KUANTUM FİZİĞİ VE DİN
DİN VE BİLİM ARASINDAKİ BAĞ KONUSU
Aşağıdaki yazı “Cerezform.com”dan alıntıdır.
İlginç olması açısından okuyucularımızla paylaşmak istedim.
Kuantum fiziği
Elektronların hem dalga hem de madde (particle) görüntüsü vermesine kuanta denir. Elektronlar bakınca madde, bakmayınca dalga görüntüsü verirler. (cerezform.com’dan alıntı) Fizikçi Fizikçi Nick Herbert, dünyayı, sadece baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akan bir dalga çorbası olarak ifade etmektedir. Bohm’un bulduğu en enteresan hâllerden biri de bağımsız görünen atomaltı parçacıkların birbirleri ile ilişkisidir. Kuantum fizikğinin kurucu babalarından Neils Bohr, atomaltı parçacıkların sadece bir gözlemci tarafından izlendiğinde meydana çıktığına göre, parçacıkların özellikleri ve karakteristikleri hakkında görüş bildirmek anlamsızdır sonucunu çıkarttı. Elektronların gözlemci olmadan da var olduğunu baz aldı. Bu bazla atomaltı parçacıkların bilimle açıklanmayı bekleyen bir boyutu olduğunu keşfetti. Bu duruma “KUANTUM POTANSİYELİ” adını verdi. Bütün uzayda mevcut olduğunu; yer çekimi ile manyetik sahaların aksine, etkisinin uzaklıkla azalmadığını ortaya koydu.
Kuantum potansiyeli, parçaların tüm tarafından organize edildiğini söyler!.Bohm, atomaltı parçacıkların bağımsız olmadıklarını söylemekten öte; görünmez herşeyi düzenleyen bir sistemin varlığına öncelik verdi. Bu, plazmadaki ve süper iletkenlikteki elektronların hareketlerini açıkladığı gibi, ilişkilerini de göstermektedir. Yani Kuantum Potansiyel, elektronların gelişi güzel dağılmadığını, kendi başına hareket eden bireylerin oluşturduğu bir pazar kalabalığı gibi değil, organize bir bale dansı gibi olduğunu açıklamaya çalışır. Parçaların, birleşerek meydana getirdiği bir makine değil, yaşayan bir organizmanın, bütünlüğünü oluşturan parçaları görür. İlginç bir sonuç da, Bohm’un kuantum fiziği açıklamasına göre; atomaltı parçacıklarında sâbit bir yer söz konusu olmayacağı için uzayda her yer eşittir ve herhangi birşeyi başkasından ayırmak imkansızdır. Gerçekten Kuantum Potansiyeli uzayda geçerli olduğuna göre, bütün parçacıklar, mekânsız olarak birbiri ile ilişkidedir. Ve evrende sonsuz sayıda sınıflandırılabilecek düzen hiyerarşisi olabileceğini söyledi. Bundan dolayı da, düzensizlik dediğimiz dağılımların dahi, belki de çok yüksek seviyede, bizim bilmediğimiz bir düzenin parçası olabileceğini açıkladı.
Hologramı inceledikçe, holografik film üzerindeki girişimlerin, düzensiz gibi görünmesine rağmen gizli bir düzen içerdiğini buldu. Bohm, düşündükçe daha çok ikna oldu ve evrenin akan dev bir hologram olduğu kanısına vardı. 1980`de de bu görüşlerini açıklayan “WHOLENESS AND THE IMPLICATE ORDER” adlı kitabı ile bu görüşlerini açıkladı. Bohm’un en önemli tesbitlerinden biri ise, günlük yaşamımızın gerçekte bir holografik görüntü olduğu idi!. Mevcûdiyetin derinliklerindeki gizli iradeyi vurgulayarak, fizik dünyamızın görüntüleri ile objelerin doğumunun, bir holografik filimden, hologramın doğumuna benzediğini söyledi. Bu en derinde saklı gerçeğe “GİZLİ”; mevcut dünyamıza da “GÖRÜNÜR” düzen dedi. Böyle söyledi, çünkü evrendeki tüm şekillerin, bu görünür ve gizli gerçeklerin sonucu olduğunu gördü. Örneğin elektronların, uzayda her zaman var olmalarına rağmen, sadece incelendiklerinde ortaya çıkmalarını, bu gerçeğe bağladı. Holografik filmi de aynı şekilde gizli, hologramı da görünür; diye değerlendirebiliriz. Bu iki düzen arasındaki devamlı akış, parçacıkların, pozitronium atomunda nasıl şekil değiştirdiğini açıklamaktadır. Bu şekil değişiklikleri tek gibi görünebilir, örneğin, bir elektron gizli kısma geçerken; bir foton çözülüp, görünür hale gelip onun yerini alabilir. Bu da kuantanın bazen parçacık, bazen dalga özelliği göstermesinin açıklamasıdır. Hologram, statik bir görüntü olduğundan, evrendeki katlanıp açılmalardan meydana gelen dinamik hareketi, Bohm, “HOLOMOVEMENT” (holohareket) olarak adlandırdı. Atomaltı seviyedeki yetersizliği, holografik hareket açıklar. Bir şey holografik olarak organize edilirse, orada her türlü mekân anlayışı kalkar. Ayrıca holografik filmin küçük bir parçasının, tümdeki bilgiyi taşıması, bilginin de mekânsızca dağıldığını gösterir.
Kozmosta herşey, gizli iradenin kesintisiz holografik yapısı olduğundan; parçalardan söz etmek anlamsızdır!. Bu muslukları, ana kaynağın parçaları olarak anlatmaya benzer. Bu yüzden elektron, ilk temel madde değil; holohareketin bir görünüşüdür. Evrendeki herşey bir halının motifleri gibi TÜME bağlıdır. Einstein, uzay ve mekânın, birbirine bağlı olduğunu söylediği zaman dünya hayret etmişti. Bohm bu görüşü bir basamak daha yükseltti. Ve, “evrende herşey birbirinin devamı olarak süreklilik arzetmektedir” dedi. Bunu gözönüne alınca, herşey, aynı şeydir; “SOM, BÖLÜNMEZ, TEK”
Evrende, canlı-cansız ayırımı anlamsızdır. Hareketli ve hareketsiz maddeler ayrılamıyacak kadar iç içedir ve yaşam da evrenin bütünlüğü içinde sarmalanmıştır. Bilincin, yaşamın ve gerçekte herşeyin evrenin dokusunu oluşturması, şaşırtıcı sonuçlar verir. Hologramın bir parçasının, tümün özelliklerini içermesi gibi; eğer ulaşmasını bilirsek, baş parmağımızın ucunda Andromeda galaksisini bulabiliriz! Kleopatra ile Sezar’ın buluşmasını da! Prensipte, geçmiş ve gelecek, uzay ve zamanın, küçük bir kıvrımında yer almaktadır. Aynı şekilde, vücudumuzdaki her hücre, tüm kozmosu içerir. Her yağmur damlası ve her yaprak da!
bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? – 1
{ga=katesoglu} tarafından yazıldı |
Bilimsel düşünce ve dinsel inanç uzlaşabilir mi? Bilinenle yetinmeyip, gözleyip sınayarak, sorgulayıp araştırarak bilginin, bilinenin sınırlarını genişletmeye çalışan bilim, dogmayı, söylenmiş olanı sorgulayıp sınamadan katıksız inanmayı emreden din ve dini inançla kol kola girip aynı yolda yürüyebilir mi? Bilimsel olgu, bulgu ve gözlemler, nesnel maddi dünya, değişmez, mutlak, dini dogmalarla açıklanabilir mi? Yüzyıllar önce dinle yollarını ayıran bilim yeniden dinin kollarına atılabilir mi, ya da dinsel inancın önünde secdeye kapanabilir mi? Uzun yıllar boyunca değişik biçim ve platformlarda tartışılıp yanıtı verilerek çözümlenmiş olan bu eski sorular ya da soru bir süredir yeniden gündeme getiriliyor. Sanki daha önce bu konular hiç tartışılıp ele alınmamış, yanıtları sanki hiç verilmemiş gibi, bilimsel düşünce ile dinsel inancın uyum içinde beraber hareket etmesi gerektiği düşüncesi yeniden bilim dünyasına dayatılıyor. Durum böyle olunca, konunun bir kere de burada, tarihsel, siyasi, ideolojik, toplumsal, felsefi, epistemiyolojik / bilgi teorisi gibi değişik yönleriyle ele alınması gerekti. Bu yüzden bu yazımızda bilimsel düşünce ve dinsel inancın, çok daha genel olarak bilim ve dinin yan yana gelip gelemeyeceğini, uzlaşıp uzlaşamayacağını ele alıp irdeleyeceğiz.
Her ikisi de kendi yöntem ve araçlarıyla doğayı açıklama amacı güden; her ikisi de doğanın, nesnel maddi dünyanın ve insanın o dünyayla ilişkilerinin insan beynindeki yansımaları olan; ve bu yüzden de her ikisi de insan düşüncesinin ürünlerinden öte bir şey olmayan bilim ve din (ve felsefe), bilimsel düşünce ve dinsel inanç binlerce yıl birlikte, yan yana, iç içe gittikten sonra yollarını ayırdılar. Her ikisi de nesnel maddi dünyanın yansımaları olmalarına karşın bunlardan birincisi (bilim ve bilimsel düşünce), o nesnel maddi dünyayı temel alıp o dünyadan yola çıkarak doğayı açıklamaya çalışırken, ikincisi (din ve dinsel inanç), o maddi dünyanın yansıması olan düşünceyi temel alıp maddi dünyayı açıklamaya çalışır; o düşüncenin, o aklın (“ilahi aklın”) maddeyi yarattığını savunarak maddenin ancak bu düşünce ve “ilahi akıl”la açıklanabileceğini öne sürer. Oysa belirttiğimiz gibi nesnel maddi dünyanın insan beynindeki yansımasından öte bir şey olmayan insan düşüncesi, akıl, onun yansıması olduğu için bu anlamda bizzat kendisi de maddidir. Bu yüzden maddi olandan ayrılamaz; maddi olandan hareket etmek, onu temel almak zorundadır. Doğa, nesnel maddi dünya, kısacası madde ve onun biçimlerinden biri olan hareketi ondan yola çıkılmaksızın açıklanamaz, bilinemez. Bu nedenle de, dinin ve dinsel inancın önerdiği yolla ne doğa bilinip açıklanabilir, ne de onun bilgisine ulaşılabilir. Sonuç olarak, birbirine zıt, birbiriyle uyuşmayacak yol ve yöntemleri, önermeleri olan bilim (ve bilimsel düşünce) ile din (ve dinsel inanç) bir araya gelemez; bilimsel bulgu ve gözlemler dinsel inançla açıklanamaz. Bir araya getirildiklerinde kaybeden, eli kolu bağlanan, yolunu şaşıran hep bilim ve bilimsel düşünce olur, din ve dinsel inanç değil. Bu nedenle bilimsel düşünce ile dinsel inancın kol kola girmesine karşı çıkılmalıdır.
Yukarıda sorduğumuz soru ya da soruların yanıtlarını vermeden, bunları ayrıntılı incelemeye girişmeden önce günümüzdeki durumu özetledikten sonra konunun tarihsel arka planını kısaca ele alalım. Önce yakın dönemde olanlara şöyle bir göz atalım.
BİLİME DİZ ÇÖKTÜRME ÇABALARI
Geçtiğimiz yıl özellikle doğa bilimleri açısından önemli bir yıl oldu. 2009 bütün dünyada, “Darwin Yılı” olarak kutlanması nedeniyle bir yandan biyolojik / yaşam bilimlerinin yılıyken, bir yandan da, “Astronomi Yılı” olmasıyla uzay bilimleri / kozmolojinin yılıydı. Zira 2009, hem İngiliz doğa bilgini Charles Darwin’in doğumunun 200., ve onun ünlü evrim kuramını açıkladığı ve bu yüzden de doğadaki canlı çeşitliliği ve tarihinin kavranışını derinden etkilemiş olan kitabı “Türlerin Kökeni”nin yayınlanışının 150. yıldönümüydü. Bu nedenle bütün dünyada “Darwin Yılı” ilan edilip kutlanmıştı. Öte yandan, geçtiğimiz yıl hem de, evren ve uzaya yeni bir gözle bakılmasının yolunu açarak uzay bilimleri / kozmolojide yeni bir dönem başlatan, Ortaçağ karanlıklarının aralanmasında ilk çentiği atanlardan olan Galileo Galilei’nin teleskopunu gökyüzüne çevirip yıldızları incelemeye başlamasının da 400. yıldönümüydü. Bu yüzden, UNESCO tarafından bütün dünyada “Astronomi Yılı” olarak da ilan edilmişti. Bu iki ilan doğrultusunda Türkiye dahil dünyanın pek çok ülkesinde yıl boyu süren kutlamalar yapıldı, çok farklı biçim ve içeriklerde etkinlikler düzenlendi. Çeşitli bilimsel konferans ve sempozyumlar, akademiye ve halka yönelik toplantılar, paneller, festivaller, sergiler, konserler, televizyon programları, açık oturumlar, değişik söyleşiler yapılıp farklı kültürel ve sanatsal ürünler sergilendi. Doğa bilimlerinin özellikle bu iki önemli alanı ve bu alanların pek çok sorunu ve tartışma konusu, bu etkinlikler vesilesiyle, kapandıkları üniversite binaları ve laboratuvarlardan çıkıp belli ölçülerde de olsa “dışarı”ya, “halka açılma”, halkla yüz yüze gelme fırsatı buldu. Bilim dünyasının tartışma ve sorunları, az çok, o dünyanın dışındakilerle paylaşılmaya çalışıldı. Ama bu “dışa açılma”, beklendiği gibi, evrim konusunun oldukça popüler olmasının, hem de uzun süredir popüler olmasının da etkisiyle daha çok biyolojik bilimlerde, özellikle de evrim konusunda, “Darwin Yılı” etkinliklerinde yaşandı. “Astronomi Yılı” etkinlikleri üniversite kampüsleri ve gözlemevlerinin bahçe duvarlarının dışına pek de fazla çıkamadı; uzay bilimleri / kozmoloji ve astrofiziğin sorun ve tartışma konuları yine de “içeri”de kalmayı sürdürdü. Bu nedenle, 2009’da öne çıkan daha çok “Darwin Yılı” idi. Ülkemizdeki durum da dünyadaki bu genel görünümden farklı olmadı.
2009’u doğa bilimleri açısından önemli kılan kuşkusuz sadece bu iki yıl dönümü değildi. Geçtiğimiz yıl aynı zamanda, bilimi, yüzlerce yıldır arasının açık olduğu dinle yeniden barıştırma ya da uzlaştırma; dinsel dogmaları, bilinemezliği, mistisizmi, ilahi güçleri, kutsal kitaplardaki vahiy ve dini açıklamaları bilimin içine, -hem de bu kez doğrudan ve aleni biçimde- daha fazla sokma, yamama çabalarının hız kazandığı bir yıl da oldu.
- yüzyılın özellikle son çeyreğinde, teorik fizik ve kuantum mekaniğinden uzay bilimleri / kozmoloji, astronomi ve astrofiziğe dek fiziki bilimlerin neredeyse her alanında, dinle bilimi uzlaştırma çabaları gözlendi; bazı bilim insanlarının, bu alanlardaki yeni gözlemleri kutsal kitaplardaki anlatımlarla açıklama çabalarının özellikle parlatılıp öne çıkarıldığı; dinle bilimi bir araya getirmeye çalışan bu bilim insanların çalışmalarına çok büyük mali kaynaklar aktarıldığı görüldü. Bu çabalar sonucunda, büyük bağışlar yapılıp ciddi üniversite ve bilim kuruluşları da işin içine sokularak düzenlenen bilimsel toplantılarda alanında söz sahibi bilim insanlarıyla din adamları bir araya getirildi, bilim insanlarının din adamlarına yaklaşması sağlandı. Hatta daha da ileri gidilerek, yine milyonlar harcanarak, ünlü fizik profesörleri Paul Davies ve Ian Barbour gibi din ve bilim uzlaşısını savunan tanınmış bilim insanlarına dini kutsayan, bilime dinin davet edildiği kitaplar yazdırıldı, bu yönlü açıklamalar yaptırıldı. Bunların yanı sıra, bu yönde bir özel amaç ve çabası olmadığı halde, felsefi bir birikim ve doğru bir açıklama yönteminden yoksun; bilimsel öngörü ve bilimsel-felsefi spekülasyon yapma gücüne sahip olmayan, ancak, yukarıda sözü edilen çabalardan etkilenmiş, matematik profesörü ve kozmolog Stephen Hawking örneğinde olduğu gibi bazı bilim insanlarının, bilimsel çalışmalarında, mevcut deneysel yöntem ve gözlemlerin yetmeyip de zorlanıp elde ettikleri bulguları açıklayamadıkları yerlerde, işin kolayına kaçarak tıkandıkları her yere bir yaratıcı, ilahi güç soktukları da gözlendi, gözleniyor. Bütün bunların sonucunda, bilimsel bulgulara gelişigüzel dini açıklamalar yamanıyor, her yere bir bilinemezlik, bir yaratıcı, bir doğaüstü güç, tanrı sokuluyor. Böylece bilimsel çalışmanın, daha ötedekini öğrenmenin, daha da ötesini arayıp bulmanın; bilimsel öngörü ve çıkarsamanın, felsefi spekülasyonun, koca bir duvarla önü kesiliyor. Sonuçta bilim orada bitiriliyor.
Ancak, bu çabalar ve bilimsel bulguları yukarıda ifade edildiği gibi “”açıklama” yöntemleri, -Katolik kilisesinin bazı cılız girişimleri bir yana bırakılırsa- yakın döneme kadar biyolojik bilimlerde pek görülmüyordu. Son yıllarda, özellikle de 2009’da, evrim kuramı nezdinde bu girişimler ve böyle “kolaycı” yöntemler biyolojik bilimlerde de gözlenir oldu.
BİR “KUTSAL SAHTEKARLIK” ŞAMPİYONU: YARATILIŞÇILIK
Biyolojik bilimlerde yakın döneme dek ikili bir durum gözleniyordu. Bunlardan birincisi, biyolojik /genetik determinizm ve indirgemecilik kullanılarak bütün canlı yaşamı ve bu yaşamın bütün etkinliklerini genlere indirgeyerek her şeyi ve her durumu sadece biyolojik yapıyla ve daha da indirgeyerek yalnızca genlerle açıklama yöntemiydi. İş o kadar ileriye vardırıldı ki, çok geçmeden tek tek her bir durum ve etkinlikten sorunlu bir gen olduğu açıklanmaya başlandı. Giderek, genlere mistik ilahi bir nitelik, böyle bir doğaüstü güç yüklenir oldu. Örneğin, DNA’nın yapısını bularak Nobel ödülü alan ünlü James Watson, bu yeni modaya uymakta gecikmeyerek, “Eskiden kaderimizin alnımızda yazılı olduğunu sanırdık; oysa şimdi biliyoruz ki genlerimizde yazılı” dedi. Çok geçmedi, birileri çıkıp, inanç genini, tanrı genini bulduğunu bile iddia ettiler. Ancak bu şarlatanlıklar, neyse ki fazla uzun sürmedi. Örneğin, insan genlerinin sayısının iddia edilenin çok çok altında, 25 binden az çıkması; aynı genin farklı durumlarda kodladığı binlerce farklı varyasyonu olduğunun tespit edilmesi; genleri kontrol eden, onların okunması, çalıştırılması, susturulması, başka genlerle ortak çalışmaya sokulması gibi bir sürü farklı görevlere sahip çok sayıda yeni küçük RNA zincirlerinin bulunması; hatta kalıtımın bazı özelliklerinin DNA yerine RNA ile geçtiğinin bile gösterilmesi; epigenetik gibi yeni alanların belirmesi gibi yepyeni bilimsel bulgular, bütün bu iddiaları bir anda yerle bir ettiler. Bütün umutlarını genlere bağlayanların umutları hemen söndü.
Biyolojik bilimlerde, yakın dönemde gözlenen ikinci durum ise, başta biyoloji ve jeoloji olmak üzere bilimin değişik dallarını derinden etkileyen; biyolojik / yaşam bilimlerinin olmazsa olmazı derecesinde temel kuramlarından birisi olan evrim kuramı nezdinde bilime doğrudan saldırılması; evrim kuramı, evrimsel değişim dönüşüm yerine, canlığının kökenini ve tarihsel olarak gelişimini, bütün dinlerin temel çatısını oluşturan yaratılış miti ve anlatımlarıyla açıklanmasıydı. Bu doğrultuda, evrim kuramı ve Darwin’e, bu kuramı ve bilimi savunan bilim insanlarına dünya çapında devasa bir saldırı kampanyası başlatılıp sürdürüldü; hala sürdürülüyor. Çekirdek kadrosunu ABD’deki köktendinci Evangelist – Protestan odakların oluşturduğu ve yaptıklarını “Yaratılış Bilimi”, ve “Akıllı Tasarım” olarak niteleyen yaratılışçılık hareketi ya da yaratılışçılar, arkalarına aldıkları büyük mali ve politik destekle (Reagan ve Bush yönetimlerinin doğrudan desteği vardı) başlattıkları bütün dünyaya ihraç ettiler. Bilim karşıtı bu kampanya kısa zamanda bütün dünyaya yayıldı. Bizde son 20–25 yılda ortaya çıkıp gelişen ve BAV ve Harun Yahya örneğiyle somutlaşan yaratılışçı hareket işte bu ihraç sonucu doğdu.
Yaratılışçılık ve onun özgün bir biçimi olan Akıllı Tasarımcılığın temel karakteri bilimsel bulguları tahrip edip, aleni yalan söylemesi, gerçeği çarpıtıp çok farklı göstermesi. Bunda o kadar ileri gidiyorlar ki, bilim dünyasının neredeyse tümü, tek vücut halinde evrim kuramı ve Darwin’e sahip çıkarken, bütün bilimsel bulgu ve elde edilen yeni bilgiler evrimi kuramını daha da pekiştirip doğrularken, onlar hala “bilim evrimin yanlışlığını gösterdi”, “bilim dünyası Darwin ve Evrimi reddetti” diyebiliyorlar. Bunda o kadar pervasızlar, bilimsel bulgu ve gelişmeleri, gerçekleri öylesine çarpıtıp tam tersini söylüyorlar ki, önde gelen teolog ve Hıristiyanlık felsefecilerinden Paul Tillich’in, dinsel amaçlar uğruna her yolun mübah görülmesi, ilahi davaya yararlı bir sonuç elde etmek için gerçeklerin saptırılması yöntemini ifade etmek için kullandığı “kutsal sahtekarlık” (sacred dishonesty) ifadesinin günümüzdeki en somut temsilcisi durumundalar.
Yaratılışçılık hareketi, Darwin ve evrim kuramını bahane ederek bilimi ve bilim insanlarını doğrudan karşısına alıp saldırdığı; “kutsal sahtekarlık” ilkesini ifrata vardırarak bilimdeki en belirgin bulguları bile çarpıtıp tahrif ederek reddettiği; bilimle tek ilgisi ve tek çabası evrim kuramını “mat etmek” olduğu için, her ne kadar sokakta geniş taraftar bulsa da (çünkü sokaktaki insana dini inançları ve evrim kuramı arasında bir seçim yapması dayatılmıştı), bilim dünyasında inandırıcı bulunmadı, bulunmuyor, bilim çevrelerinde hemen hiç tutunamadı, tutunamıyor. Bu yüzden de, bilimin ve bilim insanlarının kendileri açısından, çıkardığı devasa yaygaraya karşın ciddi bir tehlike oluşturmuyor. Ve üstelik saldırı içeriden değil dışarıdan. Oysa yaratılışçılığın, evrim kuramı nezdinde de olsa bilime karşı çıkma uğraşılarının yerine, koluna girerek onu dinle uzlaştırma çabaları biçiminde beliren “yeni” “moda” bir eğilim arkadan sağlam adımlarla ve çok güçlü biçimde geliyor. Yukarıda açıklandığı gibi, bir süredir daha çok teorik fizik ve kozmolojide görülen dini inancı bilimsel çalışmalara sokma çabası, artık evrim kuramı nezdinde biyolojik bilimlere uygulanmaya başlandı. Kendilerini artık saklama gereği duymadan, bağıra çağıra gelmeye başladıklarından bu gelişin, bol paralı misyonerlerin biyolojik / yaşam bilimlerine yönelen ayak sesleri 2009’da daha gür duyulur oldu.
Günümüzde bilimle dini yeniden buluşturma çabaların başını iki büyük güç, Katolik kilisesi (Vatikan) ve Amerikan “John Templeton Vakfı” çekiyor. Papalığın çabalarının yanı sıra, yüzmilyarlarca dolarlık dev servetini dinle bilimi, dinsel inançla bilimsel düşünceyi bir araya getirme hayalinin emrine veren Amerikalı borsa kralı ve spekülatör John Marks Templeton’ın kurduğu John Templeton Vakfı, cömert bağışları ve dev araştırma fonlarıyla, tanınmış pek çok bilim insanı ve bilim kuruluşunu daha şimdiden yanına çekmeyi başardı. Önemli isimlerin araştırmalarına yaptığı çok büyük mali destekler; Harvard, Yale, Princeton, MIT, Stanford, Oxford, Cambridge gibi dünyanın en ünlü, ciddi ve köklü üniversitelerinde kurduğu büyük bütçeli araştırma merkezleri ve laboratuarları; bu üniversiteler eliyle dağıttığı dev araştırma fonları; ünlü Science dergisini çıkaran AAAS ve İngiltere Bilimler Akademisi konumundaki Kraliyet Topluluğu (Royal Society) dahil olmak üzere bilim topluluğu ve örgütlenmelerine yaptığı cömert bağışlar; bu kurumların yönetimlerine yerleştirdiği adamları; kısacası John Templeton’un milyarları, dinin, dini inancın ve din adamlarının bilim dünyasına yaklaşmasında, hatta yer yer girmesinde önemli rol oynadı, giderek artan biçimde rol oynuyor. John Templeton Vakfının dağıttığı bu bilimsel çalışma ve açıklamalarda dini inancın önemine vurgu yapan çalışmalara yaptığı mali desteğin bugüne dek yarım milyar doları bulduğu belirtiliyor. Bu desteğin miktarı her geçen yıl biraz daha artırıyor. Babasının ölümünden sonra vakfın başına geçen oğul John Templeton’un kendi açıklamasına göre, vakıf bilim çevrelerine günümüzde yılda 60 milyon dolar dağıtıyor. Yine, bilimde tek kişiye verilen en büyük para ödülü (Nobel ödülünden de fazla) bu vakfa ait. “Templeton Ödülü” adı verilen ve dinsel ifadeleri bilimsel yollarla en iyi açıklayan ya da daha açık ifadeyle bilime dini en iyi yamayan kişilere her yıl verilen ödülün miktarı 1 milyon sterlin (yaklaşık 1,5 milyon ABD doları).
Yukarıda da belirtildiği gibi, daha çok Templeton Vakfının çabalarıyla bir süredir Anglo – Amerikan dünyasına ve daha çok da teorik fizik ve kozmoloji – uzay bilimlerine yönelik, dinle bilimi uzlaştırma çabaları, son birkaç yıldır, evrim kuramı temel alınarak ciddi ölçülerde biyolojik bilimlere yöneldi. Bu yönelim 2009’da ülkemize de görülmeye başladı. Bunu birkaç örnekle somutlayalım.
HIRİSTİYAN DÜNYASINDAN İSLAM DÜNYASINA
Papalık kurumu, Vatikan’da, John Templeton Vakfının desteğiyle 3-7 mart 2009 tarihleri arasında, Roma’da, “Biyolojik Evrim: Olgular ve Teoriler” isimli 5 günlük bir uluslar arası evrim konferansı düzenledi. Resmi düzenlemesini, Vatikan’ın üniversitesi durumundaki Gregoryan Pontifisyal Üniversitesiyle ABD’deki Cizvit üniversitelerinden Notre-Dome Üniversitesinin birlikte yaptıkları evrim konferansına, aralarında, Douglas J. Futuyama ve Franscisco J. Ayala’nın da bulunduğu dünyanın en önemli evrimcileri ve Katolik ilahiyatçı ve felsefeciler davet edilip buluşturuldular. Tek tek değişik ülke ve üniversitelerdeki benzer toplantılardan sonra bu çaba Hıristiyan ve Anglo-Amerikan dünyasından Türkiye üs alınarak İslam dünyasına yöneldi. Templeton Vakfı’nın yan kuruluşu olan Cambridge Üniversitesi bünyesindeki “Faraday Bilim ve Din Enstitüsü” , Roma konferansının hemen ardından, 22–25 nisan tarihleri arasında İstanbul’da, “Darwin Yıldönümü Sempozyumu” adlı 3 günlük bir evrim sempozyumu organize edildi. Resmi organizasyonunu Templeton Vakfı’nın İngiltere-Cambridge Üniversitesi’ndeki bir enstitüsü olan “Faraday Bilim ve Din Enstitüsü”nün yaptığı ve çok yıldızlı The Ritz-Carlton Otelinde düzenlenen sempozyuma davet edilen Türkiye’nin evrim çalışan ve evrim üzerine yazan bilim insanı ve akademisyenleri, Türkiyeli bazı ilahiyatçılar ve ABD, İngiltere ve Hindistan’ın önemli üniversitelerinden getirilen ve dinle bilim uzlaşısını savunan ünlü isimlerle buluşturuldu. Yine, 16 haziran’da İstanbul’da, Bahçeşehir Üniversitesinde İngiltere Canterbury Başpiskoposluğu, ABD Georgetown Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesinin birlikte düzenledikleri ve açılış konuşmasını Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams ve Bahçeşehir Üniversitesi rektörünün yaptıkları “Hıristiyanlık ve İslam açısından Din ve Bilim” konferansında din adamları ve ilahiyatçılarla bilim insanı ve akademisyenler bir araya getirildi.
John Templeton vakfı başarılardan çok hoşnut kalmış olacak ki, daha büyük adımlar atmaya, dev festivaller düzenlemeye başladı. İlkini 28 mayıs-1 haziran 2008 tarihleri arasında New Yorkta, New York Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, Rockefeller Üniversitesi ve New York City Üniversitesiyle birlikte düzenlediği ve sanat ve bilim dünyasının çok ünlü ve medyatik isimlerinin davet edildiği “Dünya Bilim Festivali”ne 120 bin kişi katıldı. Aynı festivalin geçtiğimiz yıl, 10-14 haziran (2009) tarihleri arasında düzenlenen ikincisine ise 165 bin kişi katıldı. Festivalin üçüncüsü, bu yıl, 2-6 haziran tarihleri arasında ve yine New York’ta yapılacak. Bu yılki festivale katılımın 200 bini geçeceği tahmin ediliyor.
BİLİM – DİN İLİŞKİSİ SORUNUNDA GENEL YAKLAŞIMLAR
Bilim ve din arasındaki ilişki sorunu, düşünce tarihi boyunca, din felsefesi ve teolojiden, bilim tarihi, bilim felsefesi ve epistemoloji’ye dek pek çok disiplin içinde tartışılan ve bugün de oldukça güncel olan çok boyutlu felsefi sorunlardan biri oldu. Tarihsel dönemlere göre, farklı kesim ve disiplinler konuya biraz daha fazla yoğunlaştı. Bugün konuyu en fazla tartışan, din felsefesidir. Modern bilimle ilişkilerinin ve bu bağlamda ortaya çıkan sorunların ayrıntıları ve içeriğinde önemli farklılıklar bulunmasına karşın, bugün bilim ve din ilişkisinde dört temel felsefi yaklaşım gözlenir: Bunlar, (1) çatışma, (2) birbirlerinden ayrı ve bağımsız tutma, (3) diyalog ve (4) birleştirme yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımların her birini yazımızın ilerleyen bölümlerinde tek tek ele alacağız.
Yukarıdaki yaklaşımlardan, günümüze damgasını vuran, daha çok din ve bilim arasında diyalog ve birleşim olmasını savunan yaklaşımdır ve bunu da daha çok, Papa 16. Benedikt önderliğinde Katolik kilisesi ve Katolik din felsefecileri ile Templeton Vakfı etrafında toplanmış ilahiyatçılar ile Paul Davies ve Ian Barbour gibi akademisyenler oluşturuyor. Ancak tek tek bütün bu kişi, kesim ve kurumlar, savunularının felsefi dayanağını aynı yerden, Yeni Tomacılıktan alıyorlar. Bu yüzden Yeni Tomacılık felsefi akımını kısaca tanıtarak, temel tezlerini spotlar halinde özetleyelim.
ORTAÇAĞA’A GERİ DÖNÜŞ: YENİ TOMACILIK
Vatikan ya da Katolik kilisesinin resmi felsefesi, “Yeni Skolastik” de denilen Yeni Tomacılıktır. Bu felsefi akım, 13. yüzyılda yaşamış ve yüzyıllarca Ortaçağda kilisenin resmi felsefi düşüncesi olmuş olan Aquinolu Thomas’ın görüşlerinin günümüze uyarlanmaya çalışılan biçimidir.
Aquino’lu Thomas, Ortaçağın resmi, idealist-dini felsefesinin en gözü pek ve en gerici temsilcisiydi. Ortaçağda uzun süre egemen olmuş olan Yeni Platonculuğun yerine Yeni Aristoculuğu geçirmişti. Skolastik de denilen görüşlerini, Yunan Felsefecisi Aristotales’in düşüncelerini bozuşturup Katolik kilisesinin, dinin dogmalarına uyarlayarak ortaya koymuştu. Antik Yunanistan’da Aristotales, ağırlıkta kalan yanı idealizm olsa da yine de materyalizm ile idealizm, diyalektik ile metafizik arasında yer yer gidip geliyordu. Thomas, Aristotales’teki bütün o materyalist ve diyalektik düşünceleri, özellikle de maddenin sonsuzluğuna ilişkin tezleri ayıklayıp çıkardı ve Antik Yunanistan’ın büyük düşünürünü en katı bağnazlığın, dogmatizmin, gelişme ve bilim karşıtlığının sözcüsü yaptı. Bilindiği gibi, Thomas’ın düşünceleri, kısa zamanda bir bütün Hıristiyanlığın, ama daha çok da Katolik kilisesinin resmi felsefi görüşü haline gelip, yüzyıllarca Batı düşünce dünyasını derinden etkiledi.
İşte Aquino’lu Thomas’ın, Batı düşünce dünyasının yüzyıllarca kıskaca alınmasını sağlayan bu gerici düşüncelerinin güncellenmiş halinden öte bir şey olmayan ve bu yüzden de, 1879 yılında bizzat Papa 13. Leo tarafından Hıristiyanlığa uygun yegane felsefi akım ilan edilen Yeni Tomacılık, 19. yüzyılın sonlarında Fransa’da ortaya çıktı. Çok geçmeden de, Katolik nüfusun ağırlıkta olduğu İtalya, Belçika, Almanya, Avusturya ve İspanya gibi ülkelerin felsefi ve dini çevrelerinde yaygın taraftar buldu. Ancak, bununla da yetinmedi ve 20. yüzyılda, ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik nedenlerle Ortaçağ karanlığının yeniden hortlatılmaya çabalandığı ABD gibi Protestanlığın egemen olduğu ülkelere taşınıp oralarda özellikle yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Bugün ABD’deki bir sürü Katolik üniversite ve enstitü, bunların desteğiyle çıkarılan çok sayıda dergi ve gazete Yeni Tomacı görüşleri yayıyor.
Metafizik yapısı içinde, nesnel gerçekliği savunmak iddiasındaki Yeni Tomacılık, Aquino’lu Thomas’ın görüşlerini Kant, Schelling ve Hegel’in idealizmleriyle birleştirmeye çalışır. Yeni Tomacılara göre nesnel gerçeklik vardır, çünkü insanın bilincinin yanı sıra doğadaki bütün nesneler de tanrı tarafından yaratılmıştır. Tanrı, bu nesnel gerçekliği bilip tanısın diye insana bir akıl (us) vermiştir ve insan, bilincinin dışındaki nesnel gerçekliği, bu aklı sayesinde bilip tanıyacaktır. Ancak, Yeni Tomacıların bu akılcılıkları, metafizik anlamda bir akılcılıktır; çünkü onlara göre, dinsel dogmalarla uyuşmayan bilimsel gelişmeler akılcı değil akıl dışıdır. Bunun yanı sıra, doğadaki her şeyin tanrı tarafından belli bir amaçla yaratıldığını savunan Yeni Tomacılık, doğayı tanrısal düşüncenin, tarihi de tanrısal amacın gerçekleştirilmesi olarak görür.
Temel karakteri ve çabası, yeni bilimsel bulgu ve kuramları saptırıp, bozup tahrif ederek dinsel dogmalara uygun hale getirmeye çalışmak olan Yeni Tomacılığa göre, gerçeğe ulaşmanın üç yolu vardır: Bilim, felsefe ve din. Ancak bu gerçeği elde etmek için bilim, metafizik felsefeye; metafizik felsefe de dine uygun olmak zorundadır. Aksi durumda gerçeğe ulaşılamaz. Onlara göre, bilim, günlük gerçekleri çözümlemekten öte bir şey yapamaz çünkü; mutlak ve ulu gerçeğe ancak inanç yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden, bilim, kendine, başka şeyleri değil, inancı güçlendirecek kanıtlar bulmayı amaç edinmelidir.
Günümüzdeki en önemli temsilcisinin Papa 16. Benedikt olduğu Yeni Tomacılık, toplumsal düzen hakkında da bir şeyler söyler. Sosyalizmi alabildiğine eleştirirken, ara sıra kapitalizme de bazı yüzeysel eleştiriler getirir. Örneğin tekelciliğe karşı çıkıyor gibi görünür. Ekonomik ve siyasal gücün belli ellerde toplanmasının doğru olmadığını söyler, para kazanma hırsının ahlaki çöküntülere yol açtığını öne sürer, yoksullara karşı daha şefkatli ve cömert davranılmasını öğütler. Ancak kapitalizmin temellerine ilişmez. Kendince üçüncü bir yol olarak, sosyalizm ve kapitalizm yerine kilisenin egemenliğine dayanan ve el altından yine kapitalizmin desteklendiği “yeni” bir toplum düzeni önerir. Ama öte yandan, insanın bu dünyayı değil, öteki dünyayı düşünmesini salık verir; çünkü gerçek kurtuluş ve mutluluğun ancak dinle sağlanabileceğini iddia eder. Bu yüzden de, toplumsal haksızlık ve adaletsizliklerin karşısına mücadeleyi değil duayı çıkarır.
Bu giriş ve arka plandan sonra, konu artık ele alınmaya başlanabilir. Ancak bunu yazımızın bir sonraki bölümde yapacağız. Bir sonraki bölümde, Papa 16. Benedikt’ten Paul Davies ve Ian Barbour’a, Harun Yahya’dan ülkemizdeki ilahiyatçılara ele aldığımız konunun önemli temsilcilerinin görüşlerini ve elbette ki, Yeni Tomacılığın temel tezlerini bilimdeki son bulgular ışığında tek tek ele alıp irdeleyeceğiz.
Bu yazı Heinz R. Pagels’in Kozmik Kod(1982) adlı kitabından alınmıştır. Rockefeller Üniveristesi’nde çalışan bu parlak fizikçiyi 1988’de,Colorado’daki bir dağcılık kazasında kaybettik. Kozmik Kod (Sarmal yayınları),Nezihe Bahar’ın başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılmış enfes bir kitap.
“Zeus aşkına, Soddy, bizi simyacı sanacaklar! ” -Ernst Rutherford –
“Bir kolej birinci sınıf öğrencisi iken, kuantum kuramı ile ilk temasım, uzmanlık döneminde öğretmenim olan Leonard Schiff tarafından yazılan Kuantum Mekaniği adlı kitabı satın alışımla başladı. Bu kitabı okudum ve problemler üzerinde çalıştım. Benim için kuantum mekaniği diferansiyel denklemleri çözme alıştırması idi. Eski klasik fizikten herhangi bir tarafgirlik yükü olmayan birinci sınıf öğrencisi zihnim için, kuantum kuramı her hangi bir sorun getirmedi. Bu basitçe, atomik süreçlerin soyut matematiksel bir tanımı idi Atomik dünyanın “kuantum tekinsizliği” gibi bir düşüncem yoktu; bana tuhaf görünen, uzay büzülmeleri ve zaman genişlemeleri ile özel göreceliğin daha önceki kuramı idi. Fakat çalışmaya devam ettikçe tepkim tersine döndü-görelilik gittikçe daha az tuhaf ve sağduyuya daha uygun görünmeye başladı, kuantum kuramı ise gittikçe daha fazla ‘tekinsiz’ görünmeye başladı. Kuantum kuramı matematiğini izleyerek, sağduyunun ötesinde, hayal edilemeyen alanlara itildiğini hissettim. Daha sonra, benim deneyimimin, yeni kuantum kuramını ilk keşfeden fizikçilerinki ile paralel gittiğini anladım. Onlar, ilk olarak deneysel olarak çalışan kuantum kuramının matematiksel denklemlerini keşfettiler; daha sonra denklemler ve onların gerçek dünya için anlamları üzerinde düşündüler, saf realizmden köklü olarak ayrılan bir yorum geliştirdiler. Kuantum kuramının soyut matematiğinin gerçekte ne dediğini kavradığım zaman, dünya gerçekten çok tuhaf bir yer oldu. Rahatsız oldum. Bu rahatsızlığı sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu kuantum tekinsizliği nedir? Yeni kuantum kuramının fiziği, yerini aldığı eski Newton fiziği ile kıyaslanabilir. Newton’un yasaları, taşların düşüşü, gezegenlerin hareketi, ırmakların akışı ve gel-gitler gibi sıradan nesneler ve olayların görünebilir dünyasına bir düzen getirdi. Newton dünya görüşünün temel özelliği determinizm-zamanın başından sonuna kadar önceden belirlenmiş saat gibi işleyen evren- ve nesnellik- taşlar ve gezegenlerin, biz onları doğrudan gözlemlenecek de nesnel olarak varoluşları; onlara arkanızı döndüğünüzde yine orada var olmaları- idi.
Kuantum kuramında dünyanın bu sağduyuya dayanan yorumları (determinizm ve nesnellik gibi) korunamaz. Kuantum dünyası rasyonel olarak kavranabilirse de, Newton dünyası gibi gözde canlandırılamaz. Ve bu, yalnız kuantum atomik ve atomaltı dünyasının çok küçük olması nedeniyle değil, sıradan nesnelerin dünyasından benimsemiş olduğumuz görsel alışkanlıkların kuantum nesnelerine uygulanamaz olması nedeniyledir.
Örneğin bir taşın hem hareketsiz durumda, hem de belli bir yerde olabileceğini gözde canlandırabiliriz. Fakat elektron gibi bir kuantum taneciğinin uzayda bir yerde hareketsiz durduğundan söz etmek anlamsızdır. Ayrıca, yer yer elektronlar Newton yasalarının mümkün olmadığını söyledikleri yerlerde ortaya çıkabilirler. Fizikçi ve matematikçiler, kuantum parçacıklarını sıradan nesneler gibi düşünmenin deneyle çeliştiğini göstermişlerdir.
Kuantum kuramı standart nesnellik fikrini reddetmekle kalmamış, aynı zamanda deterministlik dünya görüşünü yıkmıştır. kuantum kuramına göre, elektronların atomların etrafında sıçraması gibi olaylar rasgele oluşur. Bir elektronun ne zaman sıçrayacağını söyleyen bir fizik yasası yoktur; yapabileceğimiz en fazla şey, bir sıçramanın olasılığını vermektir. Büyük saatin en küçük çarkları, atomlar, deterministlik yasalara uymazlar.
Kuantum kuramının mucitleri, Newton dünya görüşü ile çelişen bir başka özellik bulmuşlardır- gözlemcinin yarattığı gerçeklik. Onlar, kuantum kuramına göre bir gözlemcinin ölçmeye karar verdiği şeyin ölçümü etkilemesi gerektiğini buldular. Kuantum dünyasında gerçekten ne olup bittiği, onu nasıl gözlemlemeye karar verdiğimize bağlıdır. Dünya basitçe bizim gözlemimizden bağımız olarak var değildir, neyin var olduğu, kısmen, neyi görmeyi seçtiğimize bağlıdır- gerçeklik kısmen gözlemci tarafından yaratılır.
Kuantum dünyasının kendisini duygularımızla kavradığımız sıradan dünyadan ayıran bu özelliklerini nesnellik eksikliği, önceden belirlenir olmaması ve gözlemciliğin yarattığı gerçekliğini ‘kuantum tekinsizliği’ olarak adlandırıyorum. Einstein kuantum tekinsizliğine, özellikle gözlemcinin yarattığı gerçekliğe karşı çıkmıştır. Bir gözlemcinin ölçümlerin sonucu ile doğrudan ilgili olduğu gerçeği onun doğanın insanın seçileri karşısında kayıtsız olduğunu belirten determinist dünya görüşüne ters düşüyordu.
İçimizdeki bir şey kuantum kuramını anlamak istemez. Zekamızla onu kabul ederiz, çünkü matematiksel olarak tutarlıdır ve deney sonuçlarıyla uygundur. Yine de zihnimiz huzursuzdur. Fizikçiler ve başka insanların kuantum kuramını anlamakta güçlük çekişleri bana, çocukların henüz anlamadıkları bir kavramla karşılaştıkları zamanki yanıtlarını hatırlatıyor. Psikolog Jean Piaget, bu olayı çocuklarda incelemiştir. Belli yaştaki bir çocuğa, her biri farklı şekle sahip, aynı düzeyde bir sıvı ile doldurulmuş saydam kaplar gösterilirse, çocuk tüm kaplarda aynı miktarda sıvı olduğunu düşünür. Çocuk henüz, sıvı miktarını yalnız yükseklikle değil, hacimle de ilgili olduğunu anlamaz. çocuğa problemi doğru görmenin yolu açıklanırsa, çocuk genellikle bunu anlar, fakat hemen eski düşünme şekline döner. Ancak belli bir yaştan sonra, altı veya yedi yaş civarında, çocuk miktar ile hacim arasındaki ilişkiyi anlamaya başlar. Kuantum kuramını anlamaya başlayış buna benzer. Onu anladığınızı düşünmeniz ve zihninizde kuantum gerçekliğinin bir resmi oluşmasından sonra, tıpkı Piaget’ın deneyindeki gibi, hemen eski, klasik düşünme tarzına dönersiniz.
Atomların, elektronların ve temel parçacıkların mikro dünyasının, klasik dünyadan, saf gerçekçilik dünyasından tamamen farklı olmadığını kavramak önemlidir. Tek bir atom bir kutuda izole edilebilir; elektronlar ve diğer parçacıklar fotoğraf emülsiyonunda veya bulut odalarında iz bırakırlar. Elektrik ve manyetik alanları kullanarak onları hareket ettirebiliriz. Deneyciler bu minik nesnelerin kütleleri, elektrik yükleri, açısal momentleri ve manyetizasyonları gibi belli özelliklerini ölçebilirler. Pek çok insan gibi, fizikçiler mikro dünya parçalarını tam bu şekilde düşünürler. Bunlar yalnızca çok küçük şeylerdir. Onlardan parçacık ışınları yapabiliriz, onları birbiri üzerine atabiliriz ve müziğimize uygun olarak dansetmelerini sağlayabiliriz.
Kuantum tekinsizliği nerededir? Anlaşılması o kadar güç olan nedir?
Kuantum tekinsizliği, atomlar, elektronlar ve fotonlar konusunda belli türde sorular sormaya başladığınız zaman gündeme gelir.
Ve bu ancak bu tür soruları sorup onları cevaplandırmaya çalışmak üzere deneyler hazırladığınız zaman gündeme gelir. Örneğin, yinelenen ölçümlerle bir elektronun hem konumunu hem de hızını ölçmek isterseniz, bunun yapılamayacağı sonucuna varırsınız. Konumunu her ölçüşünüzde hız değişir, ve tersi olur; elektronda bir tür kuantum kayganlığı vardır. Elektron sıradan bir nesne olsaydı, aynı anda hem konumunu hem de hızını belirlemeniz olanaklıydı. Fakat elektron bir kuantum parçacığıdır ve sıradan nesnellik fikri başarısız kalır. Kuantum parçacıkları konusunda ayrıntılı sorular-bir parçacığın tam konumu ve hızının ne olduğu gibi-sormaya başlamanıza kadar saf gerçeklik cennetinde mutlu şekilde yaşayabilirseniz.
Kişi bir kere mikro dünyanın kuantum tekinsizliğinin kaçınılmaz olduğunu kavradıktan sonra, iki tavır takınabilir: ilki, onu unutmak ve kuantum kuramının matematiğine bağlanmaktır. Bu şekilde doğru yanıtları bulacaktır ve mikro dünyanın yasaların keşfetmede ilerleyecektir. Yeni kuantum kuramının matematiksel temellerini kuran Paul Dirac ve Werner Heisenberg’in önderliğinde pek çok kuramsal fizikçi bu tavrı almaktadır. İkinci tavır, mikro dünyanın kuantum tekinsizliğini fiziksel gerçeklik terimleriyle yorumlamaya çalışan felsefeci yaklaşımıdır. Felsefeciler kuantum dünyasının anlaşılabilir ve aynı zamanda matematiksel olarak tutarlı bir kavramsal resmini geliştirmekle ilgilenirler. Niels Bohr modern fizikte bu tavrı kurdu ve gerçekliğin yorumu konusunda söyleyeceği çok şey vardı.
(Heinz R.; Kozmik Kod:Doğanın Dili/Kuantum Fiziği (1981), Çeviren: Nezihe Bahar, Sarmal Yay( Ekim 1993)Kozmik Kod, s:58-60)
Alıntı: sayfayı hazırlayan:Ramazan Karakale
Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL’ a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL – GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy) /Astronomy
yinelenen ölçümlerle bir elektronun hem konumunu hem de hızını ölçmek isterseniz, bunun yapılamayacağı sonucuna varırsınız. Konumunu her ölçüşünüzde hız değişir, ve tersi olur; elektronda bir tür kuantum kayganlığı vardır. Elektron sıradan bir nesne olsaydı, aynı anda hem konumunu hem de hızını belirlemeniz olanaklıydı. Fakat elektron bir kuantum parçacığıdır ve sıradan nesnellik fikri başarısız kalır. Zaman Yolculuğunu Araştırma Merkezi © 2005 Cetin BAL – GSM:+90 05366063183 -Turkey / Denizli
KUANTUM FİZİĞİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Yrd.Doç.Dr. Ömer Said Gönüllü
Klasik fizik geçmişte Batı’daki “evren” görüşüne cevap verebiliyordu. Zira ne makrokozmos, ne mikrokozmos kavramları oluşmuştu. Atom, proton, kuvark, galaksi veya evrensel çekim gibi konular sözkonusu değildi. Modern fizikteki gelişmeler ise, birbirinden çok farklı iki dünyanın birlikte varolduğunu ve varlıklarını birlikte devam ettirdiklerini ortaya koydu. Bir yanda bizi çevreleyen bildiğimiz dünya: taşlar, ağaçlar, yıldızlar, kısacası makroskopik ölçekteki evren (bu evren klasik fizik tarafından tanımlanmıştı zaten). Diğer yanda, kuantum fiziğinin kanunları ile târif etmeye çalıştığımız atomların ve atomaltı taneciklerin mikroskopik dünyası. Her ne kadar makroskopik dünya da atom ve taneciklerden oluşuyor ise de, kuantum dünyasına girmek isteyen kişi, makro-âleme ilişkin bütün mantık, sezgi ve bilgilerini bir kenara bırakmak zorunda. Çünkü bu iki âlem tamamen farklı ve burada taneciklerin, Güneş etrafında dönen bir gezegenden farklı olarak, izlediği belli bir yol ve işgal ettikleri belli bir konum yok. Tanecikler aynı anda birçok yerde bulunabilirler. Yani ölçeğin farklılaşmasıyla maddenin davranışı oran değil, mahiyet açısından değişim gösteriyor.
Büyük ölçekli madde ile küçük ölçekli madde arasındaki bu ikiye bölünmeyi anlamak kolay değildir. Klasik ve kuantik alanlar arasındaki sınırı çizen esrarengiz bölgede anlaşılmayan bazı şeyler vardır. Bu karanlık no man’s land bölgede ne olmaktadır ki, tabiat kanunları ve dünyanın algılanması böyle birden değişime uğramaktadır?
Dışarıdaki insanların gözünde kuantum fiziği esrarını koruyor. Fakat bilim adamlarına göre hiçbir teori bu kadar faydalı olmasa gerek: nesnelerin rengini, atomların stabilitesini, yıldızların enerjisini ve tüm kimyasal reaksiyonları açıklama imkânı veren kuantum fiziğidir. Hiçbir teori bu denli sınanmamıştır. Hiçbiri bu denli geniş bir alan kaplamamaktadır (en küçük boyutlardan büyük ölçekteki bazı kuantik olaylara kadar, süperiletkenlik gibi). Katı hal fiziği, nükleer fizik, tanecik fiziği, elektronik, kimya ve diğerlerinin kuantik özellik gösterdiği artık biliniyor. Ve özellikle, hiçbir teori bu denli teknik uygulama doğurmamıştır. Aslında bilmeden günlük hayatta çeşitli kuantik nesnelerden yararlanıyoruz: lazerler, transistörler, bilgisayarlar gibi.
Sezgilerin kâr etmediği kavramlar
Fakat bütün başarılarına rağmen kuantum fiziği yeni tartışmaları da beraberinde getirmektedir. İki sebepten dolayı: birincisi, kuantum fiziği kuantum dünyası ile klasik dünya (gözle görülen bizim dünyamız) arasındaki eksik halkayı tamamlamak istemektedir. İkinci olarak, kuantum fiziği soyut ve sezgilere aykırı kavramları sözkonusu eder. Bu kavramlar kuantum fiziğinin yorumlanmasını özellikle hassas bir konu haline getirir. Bilim adamları hergün bu kavramlarla karşı karşıya geliyorlarsa da, artık onlar da bir “kuantik sezgiye” sahip olmuşlardır. Bu teoriyi konunun dışındakiler için böylesine çetin yapan husus ise, halihazırdaki kavramlarla ifade edilemeyen, güçlü matematiksel bir formalizme dayanmasıdır. Bazılarına, onu vulgarize etmenin imkânsız olduğunu söyleten budur. Fakat vulgarize etmek gerektiğinde, sağduyuyu ve bilimsel mantığı şok eden nesneler ve durumlar işin içine girmektedir ve bunlar bizim günlük tecrübelerimizle çelişmektedir.
Kuantum fiziği ne dalga ne tanecik tanır. Sadece, bazı dalga özelliklerine ve bazı tanecik özelliklerine sahip tek bir nesneler kategorisi tanır (dalga-tanecik ikilemi). Burada bir sebep daha ortaya çıkmaktadır: bu kuantik nesnelerin görüntü şeklinde tahayyül edilmesi imkânsızdır. Bunlar belli belirsizdir, sınırları ve özellikleri durmadan değişmektedir. İzledikleri belli bir yol yoktur. Çözümlenemez şekilde birbirlerine karışabilirler ve aynı anda birçok halde ve birçok yerde bulunabilirler.
Süperpozisyon (birçok hâlin aynı anda birlikteliği) sadece kuantumun bir özelliğidir
Kuantumdaki birçok garipliğin kökeninde süperpozisyon prensibi bulunmaktadır. Bunun anlamı şudur: bir atomun, bir taneciğin veya diğer bütün kuantik sistemlerin karakteristik özellikleri onun “hâli” olarak adlandırılan şeyi oluştururlar. Bir sistem için birçok mümkün hâl sözkonusu olduğunda, bu hâllerin toplamı da (yani aynı anda hepsinin birlikte varolma durumu) aynı şekilde mümkün bir hâldir: bu takdirde sistem hâllerin üstüste çakışması (aynı anda beraberliği) durumunda demektir. Bu temel prensip sayesindedir ki, bir tanecik aynı anda birçok pozisyonu (konum) işgal edebilir veya bir atom bir enerjiler süperpozisyonunda bulunabilir. p>Zorluk, diğer dünyaya, bizim makroskopik dünyamıza geçildiğinde başlamaktadır. Çünkü hallerin süperpozisyonu (üstüste konumlanması) bizim klasik evrenimizde düşünülemeyen kuantik bir istisnadır. Kimse bir nesneyi (meselâ bir kalemi) aynı anda iki yerde, veya bir arabayı aynı anda iki viteste giderken görmemiştir, göremez de. O halde, bir enerji halleri süperpozisyonunda bulunan bir atomun enerjisini ölçmeye çalıştığımızda ne olmaktadır? Bu süperpozisyon asla belirlenemeyecek, sadece onu teşkil eden enerjilerden biri ölçülecektir. Tıpkı bir sihirli değnek darbesi gibi, ölçme girişimi, hâllerin süperpozisyonunun, bir hal hariç, kaybolmasına yolaçacaktır. Peki bu hangisidir? Kuantum fiziği bu soruyu cevaplamak istemiyor. Buna karşılık, süperpozisyonu oluşturan bütün haller içinde ölçülecek kesin hal tahmin edilemediğinden, kuantum teorisi her hâli ölçme ihtimali vermektedir. İşte kuantum fiziği bu anlamda “ihtimalci” ve “non-determinist” olarak nitelendirilmektedir. Klasik fizikte ise, bir sistemin geleceği prensipte her zaman belirlenebilir kabul edilmektedir. Burada, süperpozisyon prensibini daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek verebiliriz:
Kanatları a,b ve c şeklinde adlandırılmış olan üç kanatlı sabit bir vantilatörün çalışmaya başladığını düşünelim. Kanatların dönme hızı yavaş yavaş artacaktır. Başlangıçta herhangi bir noktadan (bu, gözlem yaptığımız ve vantilatöre göre sabit bir referans noktası olabilir) her bir kanadın geçme anını ve hızını ölçebiliriz. Bu sırada kanatların her biri müstakil ve ayrı birer parça olarak görülmektedir. Fakat hızın maksimum olduğu anda artık tek tek kanatlardan değil, daire şeklini almış bir görüntüden sözedilebilir (parçacık/dalga ikilemi) ve bu durumda belli bir anda sözkonusu noktadan hangi kanadın geçtiğini bilemeyiz. Her üç kanadın geçme ihtimali aynıdır, deriz. Hatta yüksek dönme hızından dolayı, belli bir ‘t’ anında bu nokta üzerinde her üç kanadın da (neredeyse aynı anda) bulunabileceğini düşünebiliriz. Ayrıca, teorik olarak elimizle kanatlardan birini tutmak istediğimizde (bu, kuantum fiziğinde ölçme işlemine karşılık gelmektedir) dairevî şekil hemen ortadan kalkar ve elimize tek bir kanat gelir (bu, sadece ölçüm veya gözlem yaptığımızda bilinebilir olma özelliğidir ve yukarıda sözünü ettiğimiz sihirli değnek durumudur). Fakat hangi kanadın geleceğini önceden asla bilemeyiz. Peki herhangi bir anda dönme olayına müdahale ettiğimizde elimize gelen herhangi bir kanadın, mesela “a” kanadının teorik olarak çok kısa bir zaman sonra, bir sonraki denemede gelmemesi, yani başka bir kanadı tutmak için ne yapmamız gerekir? İşte klasik fizikten farklı olarak bu sorunun cevabı “hiçbirşey”dir. Çünkü kanatlar çok süratli dönmektedir ve elimizin hareket hızı ile kanadınki karşılaştırılamayacak kadar farklı olduğundan elimizle istediğimiz an istediğimiz kanadı tutma yeteneğinden yoksunuzdur (klasik ölçme cihazlarıyla kuantik âlemi ölçmenin imkânsızlığı). Şimdi buradan hareketle atomaltı dünyasındaki kütle ve hız ölçülerini düşünelim. Tanecik boyutlarının, ağırlıklarının ve bunların yaptığı periyodik bir hareket için gereken zaman dilimlerinin çok çok küçük, buna karşılık bu taneciklerin hızlarının çok yüksek olduğu (örneğin, klasik bilgilere göre, bir elektronun atom çekirdeği etrafında saniyede bir milyon tur atması gibi) atomaltı dünyasını anlamak istediğimizde vantilatör örneği, buradaki olayların biraz daha akla yakın hale gelmesini sağlayabilir.
İşte kuantum fiziğinde mesele, ölçüm için iki ayrı âlemi (ölçme cihazı ile atomaltı partikülleri) biraraya getirmekten kaynaklanmaktadır. Bu iki ayrı alem arasındaki devasa boyut ve hız farkından dolayı, aslında ölçüm sonucunu aldığımız an, ölçüm yaptığımız andan daha sonraki ve herşeyin hemen değiştiği bir andır. Cihazın gösterdiği ölçüm sonucu, gösterdiği ve bizim okuduğumuz ana ait değildir. Çünkü ölçmeye çalıştığımız partikülün hızı ve konumu her an değişmektedir. Çünkü 10-28 gram düzeyindeki kütlelerin sözkonusu olduğu atomaltı dünyasında 10-23 saniye mertebesindeki zaman aralıklarında (doğrudan) gerçek ölçüm yapmak mümkün değildir.
1927’de Alman fizikçi Werner Karl Heisenberg tarafından “dalga paketinin redüksiyon prensibi” olarak tarif edilen, sistemin bu şekilde bir haller süperpozisyonundan tek bir hale sıçraması için bu ölçme esnasında ne olmaktadır? Kuantik ile klasik, gözlenen nesne ile ölçme cihazı arasındaki sınır hangi düzeydedir? Nihayetinde sözkonusu nesne atomlardan ve taneciklerden yapılıdır. Aslında bu hamur çok su götürmektedir. Bazıları dalga paketinin tek bir hale indirgenmesini (redüksiyon) gözleme, gözlemciye, hatta Amerikalı fizikçi Eugene Wigner’in yaptığı gibi, şuura atfetmektedir. Sayıları az olmayan diğer bazı bilim adamları ise esas rolün tesadüfe verilmesinden pek tatmin olmuş değiller. Kendi ifadesiyle, “Tanrı’nın zar attığı” düşüncesini reddeden Einstein bile kuantum fiziğinin henüz olgunlaşmadığını, daha derin ve determinist bir temel teori bulmak gerektiğini düşünüyordu.
“Tanecik” deney süreci dışında da mevcut mu?
Ölçümün getirdiği sıkıntı karşısında Amerikalı fizikçi Hugh Everett radikal bir cevap önerdi: bir haller süperpozisyonunun tek bir hâle indirgenmesi sözkonusu değildir; fakat her biri farklı bir evrende (veya farklı boyuttaki âlemde) olmak üzere bütün mümkün hâllerin gerçekleşmesi sözkonusudur. Aslında bu “birçok âlem” teorisinin de doğrulanması mümkün değildir. Çünkü sayısız paralel evrenin kendi aralarında iletişim yoktur.
Teorinin kurucu babalarından biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr daha temkinli, pragmatik ve aynı zamanda derinlemesine bir konum benimsemişti. Ona göre, dalga paketinin indirgenmesi, ölçülecek kuantik sistem ile, mecburen klasik kabul edilen ölçüm cihazı arasında mutlak bir sınır varsayıyordu. Yani sağlıklı bir ölçüm mümkün olmalıydı. Burada ölçüm ayrıcalıklı bir rol oynamaktadır, çünkü taneciğin özelliklerini sadece ölçüm belirlemektedir. Ölçüm dışında bu özellikler tarif edilmiş değildir. Bu noktadan hareketle söylenebilir ki, bizatihi tanecikten bahsedilmemelidir, çünkü taneciğin deney dışında da “var” olduğu kesin değildir
Düşünün ki, herhangi bir cihazla taneciklerin dünyasında ölçüm yapacaksınız. Sonuçta bu cihaz da atom ve taneciklerden yapılı olduğundan, ölçüm zorlaşacak, hata ihtimali artacaktır. Çünkü ölçmek istediğiniz partiküller ve hareketleri cihazın her noktasında zaten mevcuttur. Yani cihaz, ölçüye tartıya gelmeyen kendi değişim oranından daha küçük ölçekteki partikül ve hareketleri ölçmek istemektedir ki, belki kendi değişimi ölçmek istediğini örtmekte, gölgelemektedir. Bir kamyonu kantarda, bir karpuzu manav terazisinde tartmak kolaydır. Kuyumcu terazisi birkaç gram (hatta miligram) ölçeğinde altınları tartacağından daha hassas olması gerekir. Kütle spektrometresi ise bir çeşit atom terazisidir. Fakat atomu oluşturan nükleon (proton, nötron) ve elektronların tartılması, hareketlerinin, konum ve hızlarının ölçülmesi giderek imkânsızlaşmaktadır.
Kuantum kavramları üzerinde 30’lu yıllara kadar süregelen zengin ve hararetli tartışmalar zamanla bırakıldı. Denklemler iyi yürüyordu, geriye kılı kırk yarmak kalıyordu. Özellikle de kuantik-klasik geçişiyle ilgili problemler konusunda. Fakat onlarca yıl boyunca bir arpa boyu kadar bile mesafe katedilmedi. Buna rağmen 1935’le birlikte, Kuantum Mekaniği’nin kurucularından Erwin Schrödinger bu gizemli “dalga paketinin indirgenmesi” fikrinin saçmalığını vurguladı. Mantığını sonuna kadar zorlayarak meşhur “düşünce deneyi”ne başvurdu (bu noktada Karl Popper’in de katkıları oldu). Bu deneye göre, sıkıca kapatılmış bir kutuya hapsedilmiş bir kedi tahayyül ediyordu. Kutuda ayrıca radyoaktif bir atom ve zehir yayan bir cihaz bulunuyordu. Radyoaktif atom bozunduğunda, öldürücü düzenek harekete geçiyor, zehir kutuya yayılıyor ve kedi ölüyordu.
Ortamlarının kurbanı kuantik sistemler
Fakat radyoaktif bozunma (desintegration) kuantik bir olaydır: yani bozunma ölçülmedikçe atom “bozunmuş ve bozunmamış” bir haller süperpozisyonundadır. Şu halde kutuda zehir-atom ikilisiyle kedi-cihaz sistemi, “bozunmuş atom-ölü kedi” ve “bozunmamış atom-canlı kedi” şeklindeki iki halin süperpozisyonunda bulunmaktadır. Ve biz kutuyu açıp bakmadığımız müddetçe her iki hâli bir bakıma aynı anda mevcut düşünürüz. Kısacası, ölçüm gerçekleştirilmedikçe, kedi hem ölü hem diridir (bir futbol maçının sonucunu öğrenmediğimiz sürece zihnimizde sürekli olarak üç ihtimalin dolaşması gibi). Aslında bu deney pek mâkul bulunmadı, çünkü bir kediyi bir tanecikten temelde ayıran husus anlaşılmadıkça gösterilmesi de zordur. Bu herzamanki “kuantik-klasik sınırı” problemidir. Bu durumda hem teori hem de deney cephesinde gelişme kaydedilmesi için 80’li yılları beklemek gerekecekti.
1982’de Los Alamos (ABD) Millî Laboratuvarı’ndan araştırmacı Wojciech Zurek daha önce ileri sürülmüş fakat geliştirilmemiş, basit fakat dâhiyane bir fikri yeniden ele aldı: buna göre bir ölçümde dalga paketinin indirgenmesine yolaçan şey, sistemin çevresiyle (cihaz) olan etkileşimidir. Daha genel olarak kuantik nesneler çevrelerinden asla tam olarak izole değildirler. Bundan, sistemle karşılıklı etkileşime giren herşey anlaşılır: cihaz, hava molekülleri, ışık fotonları. Öyle ki, gerçekte kuantik kanunlar nesneye ve onu çevreleyen ortamdan oluşan bütüne uygulanmalıdırlar. Zurek çevreyle olan birçok etkileşimin sistemin kuantik girişimlerinde çok hızlı bir bozulmaya yolaçtığını gösterdi. Makroskobik bir nesnede meselâ bir kedi atomlardan herbirinin çevresinde, kendisiyle etkileşim yapan diğer birçok atom bulunmaktadır. Bütün bu etkileşimler, neredeyse aniden kaybolan bu yüzden de bütüne tesir edemeyen ve kedinin varlığını bizim gördüğümüz şekliyle devam ettirmesini sağlayan bir kuantik girişimler paraziti meydana getirir. İşte kuantum fiziğinin bizim ölçeğimize uygulanamama sebebi: sistemler asla izole değildir (kedi ise kuantik ölçeğe göre çok büyük bir nesne olarak makroskobik ölçekte kendisini çevreleyen ortam içinde izole bir şekilde görülür, ve çevrenin onun üzerindeki etkileri bu ölçekte yapılan ölçüm sırasında ihmal edilecek kadar önemsiz kalır. Meselâ kedinin ağırlığını ölçerken tüyleri üzerindeki su buharı moleküllerini göremediğimiz gibi, bunların kedinin ağırlığına olan etkileri de ihmal edilecek kadar küçük kabul edilir). Fakat atomaltı dünyasında ölçüm yaparken atomların birbirlerini etkiledikleri ve tek tek hiçbir atomun asla bir kedi gibi izole olamadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Bu fenomen fizikte “dekoherans” olarak adlandırılır, çünkü bu, kuantik hâllerin koheransının (aralarındaki ahengin) bozulmasıdır. Bir bakıma ölçek küçüldükçe, atom-altı etkileşimler artacağından, sistemlerin yapı ve fonksiyon sürekliliğinin sağlanması zorlaşmaktadır; bu da açıkça ortaya koymaktadır ki, trilyon kere katrilyon adet atomdan müteşekkil, hem de canlı özelliği gösteren kedi gibi bir varlığın, düzenli işleyen bir sistem olarak devamlılığı ancak herşeye Kadir, Hay, Kayyum, Alim ve Rahman bir kuvvet Sahibi’nin yaratma ve yaşatmasıyla mümkündür (hem de makroskobik ölçek için kalınlaşmış ülfet ve ünsiyetimizin direnemeyeceği ölçüde).
Dekoheransın hızı sistemin bütünlüğüyle doğru orantılı olarak artar: 1027 tanecikden meydana gelen bir kedi 10-23 saniyede dekohere eder; yani kedinin kedi formunun bozulma (ve tekrar aynı formu kazanma) zamanı çok çok küçüktür. Bu durum hem neden asla aynı anda hem ölü hem diri kedi göremediğimizi açıklar, hem de dekoheransın gözlenme zorluğunu. Bizim zamanı, maddeyi ve hâdiselerin akışını en küçük kesirleriyle ölçme ve takip etme yeteneğimiz yaratılış gayemize uygun olarak belli bir sınıra kadardır. İşte bundan dolayı, meselâ bizim bir hüzme şeklinde gördüğümüz ışık yayılımı, aslında birbirlerini ışık hızıyla takip eden foton paketçiklerinden yani aralarında madde ve zaman kesikliği bulunan kuantlardan başka bir şey değildir. “Her nefis (her an) ölümü tadıcıdır (veya tadıp durmaktadır)” anlamı da verilen âyet-i kerimenin işârî mânâlarından birisi acaba, ölçemeyeceğimiz kadar küçük zaman dilimlerinde ölüp diriliyor olduğumuz mudur? Aslında ülfetten dolayı bize basit gibi gelse de, makroskopik ölçekte bir sistemin varlığını sürdürmesi, çok küçük zaman dilimlerinde gerçekleşen dengeleme halleriyle 1027 atomun her an (ölçülebilecek en küçük an) kediyi “kedi” formunda sürdürecek şekilde birarada olması çok zordur. Çünkü bir atom için değil, 1027 atom için her an birçok hal sözkonusudur. Ehl-i keşfin, melekut aleminin hakikatini anlatmak istercesine, “dağılmaya teşne eşya, rahmet eli çekilse nasıl bir arada durabilir?” anlamındaki sözleri belki de bu hakikati ifade etmektedir.
Kuantik bilgi
Yakın zamanda yapılan diğer teorik araştırmalar klasik ve kuantik evrenleri uzlaştırma çabalarını destekliyor. California Teknoloji Enstitüsü’nden Murray Gell-Mann (1969 Nobel Fizik ödülü) ve Santa Barbara Üniversitesi’nden James Hartle dekoheransın zamanda geri dönüşümsüz olduğunu gösterdiler. Meselâ bir tas kahve içinde erimiş bir şeker parçasının yeniden oluştuğu asla görülmez. Böylece zamanın yönü bulunur (geçmişten geleceğe), halbuki o zamana değin kuantum fiziğinde olaylar geri dönüşümlü kabul ediliyordu.
Paris IX Üniversitesi’nden Profesör Roland Omnès ise, kuantik şekilde tecelli eden kanunların garipliklerine rağmen (mümkün hâllerin çokluğu vs) bizim ölçeğimizde tek, determinist ve mükemmelen normal görünen fenomenleri spontan bir şekilde nasıl meydana getirdiğini göstermeye, özellikle canlı sistemlerin en küçük atom-altı birimden itibaren nasıl organize olduğuna, kâinattaki madde ve hadiselerin mikro-âlemden itibaren bizim algılama ölçeğimize hitap edecek şekilde nasıl yaratıldıklarına cevap getirmeye çalışıyor. Bu yüzden moleküler biyoloji bugün daha da küçük alanlara nüfuz ediyor ve neredeyse atomik biyolojiye dönüşme eğilimi taşıyor.
Sonuçta, dekoherans teorisi fizikte yeni bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Fakat çözüm çok yakın değil. Meselâ fizikçiler, bir çakıltaşının neden sert olduğunu, suyun neden normal şartlarda 100 ºC’de kaynadığını anlamak için katrilyonlarca tanecik üzerinde hesap yapmak gerektiğini söylüyorlar.
Atom-altı dünyasını tarif etmek için makroskopik dünyada kullandığımız bilimsel mantık ve sağduyuyu aynıyla uyarlamanın doğru olmadığını, maddenin kütlesi, boyutu, dolayısıyla hızının ve hareket tarzının değişmesiyle, makroskopik fizik kanunlarının da köklü değişikliğe uğradığını, daha doğrusu mikro-âlemi anlamak için bunların kullanılamayacağını görüyoruz. Demek ki, mikro-âleme inildikçe buradaki san’at, mimarî ve işleyiş de hassas hale gelmekte, incelmekte, ilâhî kudret bu âlemde bir başka şekilde tecelli etmektedir. Bugünün bilim adamları laboratuarda öğrenmektedirler ki, kâinatta tek bir atom, tek bir atom içinde tek bir atom-altı parçacık bile hesapsız ve başıboş değildir. Maddenin künhündeki kudret cilvesinin ihtişamını gördüğümüzde, Allah’ın her an herşeyi kendi takdiriyle var kılıp idare ettiğine, kâinatta O’nun ilim, kudret ve hakimiyetinin tecelli alanı dışında küçük bir yerin ve ân’ın bile kalmadığına olan inancımız teyid olunuyor. Geçmişte ve bugün Batı’nın düşünce dünyasında belli bir ağırlığı olan “Tanrı herşeyi yarattı sonra kendi haline bıraktı, O detaylara karışmaz ve tabiata müdahale etmez” şeklindeki çarpık anlayış, yine Batı üniversitelerinde gerçekleştirilen çalışmalarla yerini, tam ve küllî tevhid hakikatinin görülmesine, yüksek tevhid inancının gelişmesine müsait bir zemine bırakıyor. Son söz: bilimler geliştikçe tevhid hakikati kendini daha parlak bir şekilde gösteriyor ve gösterecek.
Kaynaklar
- H. Guillemot, “Comment la Matière Devient Réelle”, Science & Vie, Février, nº 977, Paris 1999.
-
D. Lindley, “Quantum World”, New Scientist’s Guide, Reed Business Information. London 1998.
-
P. Yam, “Bringing Schrödinger’s Cat to Life”, Scientific American, June, v. 276, nº 6, New York 1997.
Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL’ a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir.
The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL – GSM:+90 05366063183 -Turkiye/Denizli
Ana Sayfa /index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2
Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru
Kuantum Teleportation /Kuantum Fizigi /Uçaklar(Aeroplane)
New World Order(Macro Philosophy) /Astronomy
(devam edecek)
konulara hiç değinmemektedir.
evrensel yaratılışın dışında Dünyadaki yaratılışın gelişimi konusunda en önemli ciddi bilimsel çalışma olan Darwin’in Doğal Seleksiyon Teorisi’ni kısaca özetleyerek n konu ile ilgili temel görüşlerine bir göz atarak başlangıç noktası olarak çalışma henüz geliştirilememiştir. Yaratılışın sırları ile ilgiliHayatın ilk kez ortaya çıkışı, biyolojik evrim için temel bir ön şarttır, ancak evrimin işleyişini anlamak için hayatın kökeninin bulunması gerekli değildir, çünkü bir kez canlı organizmalar ortaya çıktığında evrim kurallarının işleyeceği deneylerle gözlenmiştir.[13] Evrim için ilk organizma sorunu henüz tam anlamıyla çözülememiştir. Ortaya çıkan ilk canlı organizma hakkında çeşitli teoriler bulunmaktadır.
Şu anki bilimsel konsensüs karmaşık biyokimyanın, basit kimyasal reaksiyonlar ile hayatı oluşturduğu yönündedir, ancak bunun nasıl olduğu henüz tam anlamıyla çözülememiştir.[14] Hayatın ilk kez ortaya çıkışı, yaşayan ilk şeylerin yapısı veya evrensel ortak atanın genetik yapısı ile ilgili bilgiler henüz eksiktir.[15][16] Dolayısıyla, hayatın tam olarak nasıl başladığı konusunda bir konsensüs bulunmamaktadır, ancak RNA gibi kendini kopyalayan moleküller[17] ve basit hücre yapıları[18] ile ilgili teoriler mevcuttur.,,
- Evrim Kuramı’nın bilimsel statüsü [değiştir] Matematikçi ve filozof Charles Babbage‘ın başını çektiği bir grup, Tanrı’nın Dünya’daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu.
Daha çok bilgi için: Teori ve olgu olarak evrim
Modern bilimde kuram, tutarlı bir bütün oluşturan gerçekler ve açıklamalardır. Modern fiziğin temel taşlarından olan Görelilik
“Genel görelilik kuramı, ivmeli hareket ile kütleçekimi açıklamasını özel göreliliğe birleştiren, genelleyen kuramdır. 1916‘da Einstein tarafından ortaya konmuştur. Genel görelilikten önce, Newton‘un kütleçekim kuramı geçerli kabul ediliyordu. Newton‘un formülleri (yatay atış, dikey atış vb) bugun de duyarlılık gerektirmeyen uygulamalarda geçerlidir. Ancak aya roket göndermek gibi duyarlı işlerde Einstein formülleri kullanılmaktadır. Genel olarak Newton mekaniğinde Kuvvet (F), Görelilik kuramında ise Kütle (M) önemli ve önceliklidir. Genel görelilik ile Einstein şunları ortaya çıkartmıştır:
- Yerçekimi (kütleçekimi) ve ivmeli devinim birbirinden ayırt edilemez (Eşitlik ilkesi)
- Kütle, içinde bulunduğumuz uzay-zaman‘ı eğip bükmektedir.
- Yerçekimi bir kuvvet değildir, uzay-zaman‘ın geometrik eğriliğinden ortaya çıkar.
Genel görelilik, kendi zamanı için inanılması güç pek çok öngörülerde bulunmuştur; bunlardan en önemlileri:
- Eğer kütle uzay-zamanı geometrik olarak eğiyorsa, Güneşin çok yakınından geçip gelen uzak yıldızların ışıkları eğrilmiş olmalıdır. Bu eğrilik güneş çektiği için dışbükey değil de uzay-zamanın eğriliğine uygun içbükey olmalıdır.
- Çok çok yoğun kütleler uzay-zamanı öylesine bükebilir ki, uzay-zaman kendi üstüne katlanır ve içine çöker, böylesine yoğun bir kütle görülemez çünkü ışık dahi bu uzay-zaman eğriliğinden, çökmesinden kurtulamaz.
- Kütle uzay-zamanı eğiyorsa bu eğilmeden zaman da etkileniyor (göreceli) olmalıdır. Eğilmiş zaman yavaş akmalıdır.
- Hareketli büyük kütleler etraflarındaki bir kısım uzay-zamanı da sürükleyebiliyor olmalıdır.
- Kütle uzay-zamanı eğiyorsa, kütle yakınındaki eğrilikten ilerleyen ışık, uzağındaki düzgün uzay-zamanda ilerleyenden daha uzun yol almalıdır.
- Yüksek kütleli oluşumların ani hareketleri uzay-zamanda ani değişimlere, eğrilik dalgaları oluşmasına neden olabilir.
Bu öngörülerin hemen hepsi 1916‘dan günümüze dek gözlenebilmiş, defalarca kez denenmiş ve doğru çıkmıştır:
- 1919‘da ilk kez İngiliz bilimciler güneş yakınından gelen ışığın eğri çizdiğini gözlemlediler. Daha sonraları yapılan bütün gözlemler eğriliğin GG’nin hesapladığı ile oldukça yakın olduğunu gösterdi.
- Evrende hiç ışık vermeyen ve etrafındaki her şeyi içine çekecek kadar yoğun kütle gösteren oluşumların varlığı tespit edildi. Karadelik adı verildi.
- Kütle yakınında ve uzağında çok hassas atom saatleri ile yapılan deneylerin hepsi kütle yakınında zamanın GG’nin hesaplarına uygun olarak yavaşladığını gösterdi.
- Geçen yıl açıklandığı üzere çok hassas jiroskoplarla donatılmış LEGOS1 ve LEGOS2 uydularının 11 yıl süren ölçümleri dünyanın etrafındaki uzay-zamanı sürüklediğini ortaya koydu.
- Güneşin ardına geçen Viking uzay araçlarından dünyaya gönderilen sinyallerin, olması gerekenden daha uzun sürede dünyaya ulaştığı, yani uzay-zamanın güneş tarafından eğilmesinden etkilendikleri ortaya çıktı.
- 1993‘te Hulse ve Taylor, ikiz yıldızların spiral hareketinden uzay-zaman eğrilik dalgalarının oluşumunu gözleyerek nobel kazandılar.
Kütle, uzayı olduğu kadar zamanı da bükmektedir. Zamanın bükülmesi kütlenin merkezinde geleceği işaret eder şekildedir. Eğer cisme etkiyen bir kuvvet yoksa, cisim kendi geleceğine doğru ilerlemektedir (düşmektedir).”
ve Kuantum kuramları, şu an üzerinde deliller toplanan, yeteri kadar test edilip güven verdiklerinde kanun konumuna yükselecek hipotezler değillerdir. Evrim kuramı da aynı statüye sahiptir. Biyolojideki birçok veriyi birleştirip anlaşılır kılar; henüz kanıtlanmamış, test aşamasında olan bir “tahmin” değildir.
Evrim kuramı, insanlığın kökenine ilişkin sonuçları nedeniyle ortaya atıldığından bu yana sosyal ve politik alanda en çok tartışılan bilimsel kuramdır. Bunun sonucunda, kuramın bilimsel algılanışı ile popüler algılanışı oldukça farklı olagelmiştir. Evrim kuramına popüler düzeyde karşı çıkan ve onun yerine yeryüzündeki canlılığın kökeni ve çeşitliliğini doğaüstü bir yaratıcıya bağlayan akımlara genel olarak yaratılışçılık adı verilir.
Evrim kuramı, üç hususta açıklamalar getirir:[1]
- Evrimin olgusu (İng: fact of evolution) – canlı organizmaların ortak atalardan geldikleri ve birbirleri ile akraba oldukları bilgisi.
- Evrimsel tarih – Türlerin birbirlerinden tam olarak ne zaman ayrıldıkları ve bu ayrımların detayları.
- Evrimi gerçekleştiren mekanizma ve süreçler.
Bu basamaklardan birincisi olan evrimin olgusu, evrimin temel taşı ve son derece kesinlik arzeden bilgilere sahip olunan kısmıdır. Bu hususta Darwin’in topladığı bir çok delilin üzerine yüzyıllardır bir çok farklı biyoloji dalı tarafından toplanan deliller eklenmiştir. Günümüzde organizmaların evrimsel kökenlerine dair sahip olunan bilgiler, dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ya da maddenin moleküler yapısı kadar “kesinlik arzeden” bilimsel çıkarımlardır.[1] Burada kastedilen kesinlik, şüphe götürmez bir gerçekliği ifade etmektedir. Diğer iki husustaki bilimsel çalışmalar ise aralıksız devam etmekte, her geçen gün yeni bir sonuca ulaşılmaktadır. Örneğin şempanze ve gorilin insana olan yakınlığının, babun veya diğer maymunlara olan yakınlıklarından daha fazla olduğu bugün kesin olarak bilinmektedir.[1]
Evrim kuramının bilimsel statüsü, eğitim, din, felsefe, bilim ve politika bağlamında sıkça gündeme getirilmektedir. Bu konu daha çok Amerika Birleşik Devletleri‘nde Hıristiyan cemaat ve lobilerin öncülüğünde gündeme gelmektedir. Fakat diğer ülkelerde, eğitim ve politikaya uzanmaya çalışan yaratılışçı görüşlerin savunucuları tarafından da gündeme getirilmektedir. Evrim kuramını destekleyen reddedilemez kanıtlar ve neredeyse mutlak denebilecek derecede bir bilimsel konsensüs olmasına rağmen, yaratılışçı şeklinde adlandırılan çevrelerce bilim dünyasında iki kutup varmış gibi gösterilmeye çalışılır. Yaratılışçı çevreler Amerika Birleşik Devletleri’nde, toplumdan büyük oranda destek görmediği iddiası ile Evrim Kuramı’nın okullarda bilim derslerinde okutulmasına karşı çıkmaktadır. Bu konuda Amerika’da yüzbinlerce bilim insanını temsil eden bilimsel meslek kurumları ve onun yanında 72 Nobel ödülü sahibi bilim insanı Evrim Kuramı’nı destekleyen bildiriler yayınlamıştır. Buna ek olarak açılan davalarda evrim kuramının bilimsel olduğu kabul görmüş bir teori olarak kabul edilmiş ve okullarda okutulmasının devamına karar verilmiştir.
Bilimsel camianın büyük bölümü, biyoloji, paleontoloji, antropoloji ve diger disiplinlerdeki görüngüleri açıklayan yagane kuramın Evrim Kuramı olduğunda hemfikirdir. 1987 de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına gore Amerika’daki doğa bilimleri alanında 500,000 bilim insanından yaklaşık %99.85’lik bir bolümünün evrim teorisini desteklediği ortaya konulmuştur. Evrim-yaratılış tartışmalarında uzman konumunda olan Brian Alters, doğa bilimleri alanlarında çalışan tüm bilim insanlarının %99.9’unun Evrim Kuramı’nı desteklediğini belirtmiştir. Benzer şekilde, dünyanın değişik ülkelerindeki bilimsel çevreler defalarca Evrim Kuramı’nın bilimsel olduğuna ilişkin bildiriler yayınlamıştır[19]. 1987 yılında Amerika’daki biliminsanları arasında yapılan bir araştırma, 480.000 bilim insanından sadece 700 bilim insanının yaratılışçı ve benzeri açıklamalara itibar ettigini, ya da Evrim Kuramı’na karşı şüphe duyduğunu göstermiştir. Ve bu 700 (%0.158) bilim insanından sadece küçük bir bölümü doğa bilimleri alanında akademik çalışma yapmaktadır [20]. Son yıllarda yapılan benzeri karşılaştırmalar, Evrim Kuramı’nı bütünü ile reddeden ya da ona karşı şüphe duyan bilim insanlarının oranının yaklaşık olarak %0.054 civarında olduğunu göstermiştir. Karşı çıkanların %75.1’i biyoloji dışındaki bilim dallarında çalışmaktadır.
- Steve Projesi [değiştir]
Ana madde: Steve Projesi
Yaratılışçıların, “evrim konusunda bilimsel konsensüs olmadığı” yönündeki iddialarını çürütmek için, Amerika Ulusal Bilimler Akademisi, Steve Projesi‘ni başlatmıştır. Bu projenin amacı, isminde sadece Steve geçen bilim insanlarının kaç tanesinin Evrim Kuramı’nı desteklediğini ortaya koymaktır. Ortaya çıkan liste (Steve-o-metre) çoğunluğu biyoloji dallarında çalışan, isimlerinde Steve sözcüğü ya da bu ismin değişik telaffuzları geçen bilim insanlarını sıralamakta ve Yaratılışçılar ile Yeni Yaratılışcıların yayınlamış oldukları listelerden daha kalabalık olduğunu göstermektedir.
Evrimi kabul eden sadece Steve isimli bilimadamları, evrimi kabul etmeyen tüm bilim insanlarından daha fazladır. Bu projede James gibi çok daha yaygın (1. sırada[21]) bir isim yerine Steve gibi çok daha az kullanılan (74. sırada[22]) bir ismin seçilmesi de araştırmanın sonuçlarının güvenilirliğini desteklemektedir.
Bilimsel konular, elbette kimin listesinin daha uzun olduğu temelinde tartışılmamalıdır fakat dünyada bilim dünyasında bir çelişkinin olmadığını, tam tersine çok güçlü bir konsensüsün olduğunu göstermesi açısından Steve Projesi eğlendirici bir örnektir.
- Halkın evrime bakışı [değiştir]
Bu maddede belli bir etnik grubun bakış açısının ağırlıkta olduğu bir tür sistemik yanlılık sorununun bulunduğu düşünülmektedir. Maddenin evrenselleştirilmesi ve uygun hâle getirilmesi için lütfen tartışmaya katılınız. Şablonu maddeden çıkarmadan önce şablonun yardım sayfasını lütfen inceleyiniz. |
2005 yılında gelişmiş ülkeler seviyesindeki 34 ülkeyi içeren bir çalışmada, “evrimi doğru kabul edenlerin oranı” yaklaşık %27 ile en düşük Türkiye‘de bulunmuştur.[23][24] Türkiye’den sonra ise %40 ile, akıllı tasarım akımının ortaya çıktığı ABD yer almaktadır.
IV.1 Gelişmiş Avrupa devletlerinde evrimin doğru kabul edilme oranları Türkiye‘den ve Amerika‘dan çok daha yüksektir. İzlanda‘da halkın %80’inden fazlası, Danimarka, Fransa, İngiltere, Japonya‘da yaklaşık %80’i evrimi kesin olarak doğru kabul etmektedir. Geri kalanların büyük bir kısmı ise emin olmadığını belirtmiştir.[23]Michigan Devlet Üniversitesi’nde siyasal bilimler uzmanı olarak görev yapan profesör Jon Miller, Türkiye‘nin henüz gelişmekte olan bir ülke olduğunu, medeniyetinin zirvesine henüz ulaşmadığını, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu‘daki halkın tamamen eğitimsiz ya da çok az eğitimli olduğunu dile getirmiş, bir çok ülke tarafından özgür dünyanın lideri kabul edilen ABD‘nin durumunun çok daha vahim olduğunu vurgulamıştır. Miller’e göre, eğitim seviyesi artırılırsa Türkiye, birkaç sene içerisinde, evrime bakış açısından ABD’yi geçebilecektir.[24]KUANTUM FİZİĞİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİIV.1.1 Yrd.Doç.Dr. Ömer Said GönüllüKlasik fizik geçmişte Batı’daki “evren” görüşüne cevap verebiliyordu. Zira ne makrokozmos, ne mikrokozmos kavramları oluşmuştu. Atom, proton, kuvark, galaksi veya evrensel çekim gibi konular sözkonusu değildi. Modern fizikteki gelişmeler ise, birbirinden çok farklı iki dünyanın birlikte varolduğunu ve varlıklarını birlikte devam ettirdiklerini ortaya koydu. Bir yanda bizi çevreleyen bildiğimiz dünya: taşlar, ağaçlar, yıldızlar, kısacası makroskopik ölçekteki evren (bu evren klasik fizik tarafından tanımlanmıştı zaten). Diğer yanda, kuantum fiziğinin kanunları ile târif etmeye çalıştığımız atomların ve atomaltı taneciklerin mikroskopik dünyası. Her ne kadar makroskopik dünya da atom ve taneciklerden oluşuyor ise de, kuantum dünyasına girmek isteyen kişi, makro-âleme ilişkin bütün mantık, sezgi ve bilgilerini bir kenara bırakmak zorunda. Çünkü bu iki âlem tamamen farklı ve burada taneciklerin, Güneş etrafında dönen bir gezegenden farklı olarak, izlediği belli bir yol ve işgal ettikleri belli bir konum yok. Tanecikler aynı anda birçok yerde bulunabilirler. Yani ölçeğin farklılaşmasıyla maddenin davranışı oran değil, mahiyet açısından değişim gösteriyor. Büyük ölçekli madde ile küçük ölçekli madde arasındaki bu ikiye bölünmeyi anlamak kolay değildir. Klasik ve kuantik alanlar arasındaki sınırı çizen esrarengiz bölgede anlaşılmayan bazı şeyler vardır. Bu karanlık no man’s land bölgede ne olmaktadır ki, tabiat kanunları ve dünyanın algılanması böyle birden değişime uğramaktadır? Dışarıdaki insanların gözünde kuantum fiziği esrarını koruyor. Fakat bilim adamlarına göre hiçbir teori bu kadar faydalı olmasa gerek: nesnelerin rengini, atomların stabilitesini, yıldızların enerjisini ve tüm kimyasal reaksiyonları açıklama imkânı veren kuantum fiziğidir. Hiçbir teori bu denli sınanmamıştır. Hiçbiri bu denli geniş bir alan kaplamamaktadır (en küçük boyutlardan büyük ölçekteki bazı kuantik olaylara kadar, süperiletkenlik gibi). Katı hal fiziği, nükleer fizik, tanecik fiziği, elektronik, kimya ve diğerlerinin kuantik özellik gösterdiği artık biliniyor. Ve özellikle, hiçbir teori bu denli teknik uygulama doğurmamıştır. Aslında bilmeden günlük hayatta çeşitli kuantik nesnelerden yararlanıyoruz: lazerler, transistörler, bilgisayarlar gibi. Sezgilerin kâr etmediği kavramlar Kuantum fiziği ne dalga ne tanecik tanır. Sadece, bazı dalga özelliklerine ve bazı tanecik özelliklerine sahip tek bir nesneler kategorisi tanır (dalga-tanecik ikilemi). Burada bir sebep daha ortaya çıkmaktadır: bu kuantik nesnelerin görüntü şeklinde tahayyül edilmesi imkânsızdır. Bunlar belli belirsizdir, sınırları ve özellikleri durmadan değişmektedir. İzledikleri belli bir yol yoktur. Çözümlenemez şekilde birbirlerine karışabilirler ve aynı anda birçok halde ve birçok yerde bulunabilirler. Süperpozisyon (birçok hâlin aynı anda birlikteliği) sadece kuantumun bir özelliğidir Kanatları a,b ve c şeklinde adlandırılmış olan üç kanatlı sabit bir vantilatörün çalışmaya başladığını düşünelim. Kanatların dönme hızı yavaş yavaş artacaktır. Başlangıçta herhangi bir noktadan (bu, gözlem yaptığımız ve vantilatöre göre sabit bir referans noktası olabilir) her bir kanadın geçme anını ve hızını ölçebiliriz. Bu sırada kanatların her biri müstakil ve ayrı birer parça olarak görülmektedir. Fakat hızın maksimum olduğu anda artık tek tek kanatlardan değil, daire şeklini almış bir görüntüden sözedilebilir (parçacık/dalga ikilemi) ve bu durumda belli bir anda sözkonusu noktadan hangi kanadın geçtiğini bilemeyiz. Her üç kanadın geçme ihtimali aynıdır, deriz. Hatta yüksek dönme hızından dolayı, belli bir ‘t’ anında bu nokta üzerinde her üç kanadın da (neredeyse aynı anda) bulunabileceğini düşünebiliriz. Ayrıca, teorik olarak elimizle kanatlardan birini tutmak istediğimizde (bu, kuantum fiziğinde ölçme işlemine karşılık gelmektedir) dairevî şekil hemen ortadan kalkar ve elimize tek bir kanat gelir (bu, sadece ölçüm veya gözlem yaptığımızda bilinebilir olma özelliğidir ve yukarıda sözünü ettiğimiz sihirli değnek durumudur). Fakat hangi kanadın geleceğini önceden asla bilemeyiz. Peki herhangi bir anda dönme olayına müdahale ettiğimizde elimize gelen herhangi bir kanadın, mesela “a” kanadının teorik olarak çok kısa bir zaman sonra, bir sonraki denemede gelmemesi, yani başka bir kanadı tutmak için ne yapmamız gerekir? İşte klasik fizikten farklı olarak bu sorunun cevabı “hiçbirşey”dir. Çünkü kanatlar çok süratli dönmektedir ve elimizin hareket hızı ile kanadınki karşılaştırılamayacak kadar farklı olduğundan elimizle istediğimiz an istediğimiz kanadı tutma yeteneğinden yoksunuzdur (klasik ölçme cihazlarıyla kuantik âlemi ölçmenin imkânsızlığı). Şimdi buradan hareketle atomaltı dünyasındaki kütle ve hız ölçülerini düşünelim. Tanecik boyutlarının, ağırlıklarının ve bunların yaptığı periyodik bir hareket için gereken zaman dilimlerinin çok çok küçük, buna karşılık bu taneciklerin hızlarının çok yüksek olduğu (örneğin, klasik bilgilere göre, bir elektronun atom çekirdeği etrafında saniyede bir milyon tur atması gibi) atomaltı dünyasını anlamak istediğimizde vantilatör örneği, buradaki olayların biraz daha akla yakın hale gelmesini sağlayabilir. İşte kuantum fiziğinde mesele, ölçüm için iki ayrı âlemi (ölçme cihazı ile atomaltı partikülleri) biraraya getirmekten kaynaklanmaktadır. Bu iki ayrı alem arasındaki devasa boyut ve hız farkından dolayı, aslında ölçüm sonucunu aldığımız an, ölçüm yaptığımız andan daha sonraki ve herşeyin hemen değiştiği bir andır. Cihazın gösterdiği ölçüm sonucu, gösterdiği ve bizim okuduğumuz ana ait değildir. Çünkü ölçmeye çalıştığımız partikülün hızı ve konumu her an değişmektedir. Çünkü 10-28 gram düzeyindeki kütlelerin sözkonusu olduğu atomaltı dünyasında 10-23 saniye mertebesindeki zaman aralıklarında (doğrudan) gerçek ölçüm yapmak mümkün değildir. 1927’de Alman fizikçi Werner Karl Heisenberg tarafından “dalga paketinin redüksiyon prensibi” olarak tarif edilen, sistemin bu şekilde bir haller süperpozisyonundan tek bir hale sıçraması için bu ölçme esnasında ne olmaktadır? Kuantik ile klasik, gözlenen nesne ile ölçme cihazı arasındaki sınır hangi düzeydedir? Nihayetinde sözkonusu nesne atomlardan ve taneciklerden yapılıdır. Aslında bu hamur çok su götürmektedir. Bazıları dalga paketinin tek bir hale indirgenmesini (redüksiyon) gözleme, gözlemciye, hatta Amerikalı fizikçi Eugene Wigner’in yaptığı gibi, şuura atfetmektedir. Sayıları az olmayan diğer bazı bilim adamları ise esas rolün tesadüfe verilmesinden pek tatmin olmuş değiller. Kendi ifadesiyle, “Tanrı’nın zar attığı” düşüncesini reddeden Einstein bile kuantum fiziğinin henüz olgunlaşmadığını, daha derin ve determinist bir temel teori bulmak gerektiğini düşünüyordu. “Tanecik” deney süreci dışında da mevcut mu? Teorinin kurucu babalarından biri olan Danimarkalı fizikçi Niels Bohr daha temkinli, pragmatik ve aynı zamanda derinlemesine bir konum benimsemişti. Ona göre, dalga paketinin indirgenmesi, ölçülecek kuantik sistem ile, mecburen klasik kabul edilen ölçüm cihazı arasında mutlak bir sınır varsayıyordu. Yani sağlıklı bir ölçüm mümkün olmalıydı. Burada ölçüm ayrıcalıklı bir rol oynamaktadır, çünkü taneciğin özelliklerini sadece ölçüm belirlemektedir. Ölçüm dışında bu özellikler tarif edilmiş değildir. Bu noktadan hareketle söylenebilir ki, bizatihi tanecikten bahsedilmemelidir, çünkü taneciğin deney dışında da “var” olduğu kesin değildir Düşünün ki, herhangi bir cihazla taneciklerin dünyasında ölçüm yapacaksınız. Sonuçta bu cihaz da atom ve taneciklerden yapılı olduğundan, ölçüm zorlaşacak, hata ihtimali artacaktır. Çünkü ölçmek istediğiniz partiküller ve hareketleri cihazın her noktasında zaten mevcuttur. Yani cihaz, ölçüye tartıya gelmeyen kendi değişim oranından daha küçük ölçekteki partikül ve hareketleri ölçmek istemektedir ki, belki kendi değişimi ölçmek istediğini örtmekte, gölgelemektedir. Bir kamyonu kantarda, bir karpuzu manav terazisinde tartmak kolaydır. Kuyumcu terazisi birkaç gram (hatta miligram) ölçeğinde altınları tartacağından daha hassas olması gerekir. Kütle spektrometresi ise bir çeşit atom terazisidir. Fakat atomu oluşturan nükleon (proton, nötron) ve elektronların tartılması, hareketlerinin, konum ve hızlarının ölçülmesi giderek imkânsızlaşmaktadır. Kuantum kavramları üzerinde 30’lu yıllara kadar süregelen zengin ve hararetli tartışmalar zamanla bırakıldı. Denklemler iyi yürüyordu, geriye kılı kırk yarmak kalıyordu. Özellikle de kuantik-klasik geçişiyle ilgili problemler konusunda. Fakat onlarca yıl boyunca bir arpa boyu kadar bile mesafe katedilmedi. Buna rağmen 1935’le birlikte, Kuantum Mekaniği’nin kurucularından Erwin Schrödinger bu gizemli “dalga paketinin indirgenmesi” fikrinin saçmalığını vurguladı. Mantığını sonuna kadar zorlayarak meşhur “düşünce deneyi”ne başvurdu (bu noktada Karl Popper’in de katkıları oldu). Bu deneye göre, sıkıca kapatılmış bir kutuya hapsedilmiş bir kedi tahayyül ediyordu. Kutuda ayrıca radyoaktif bir atom ve zehir yayan bir cihaz bulunuyordu. Radyoaktif atom bozunduğunda, öldürücü düzenek harekete geçiyor, zehir kutuya yayılıyor ve kedi ölüyordu. Ortamlarının kurbanı kuantik sistemler 1982’de Los Alamos (ABD) Millî Laboratuvarı’ndan araştırmacı Wojciech Zurek daha önce ileri sürülmüş fakat geliştirilmemiş, basit fakat dâhiyane bir fikri yeniden ele aldı: buna göre bir ölçümde dalga paketinin indirgenmesine yolaçan şey, sistemin çevresiyle (cihaz) olan etkileşimidir. Daha genel olarak kuantik nesneler çevrelerinden asla tam olarak izole değildirler. Bundan, sistemle karşılıklı etkileşime giren herşey anlaşılır: cihaz, hava molekülleri, ışık fotonları. Öyle ki, gerçekte kuantik kanunlar nesneye ve onu çevreleyen ortamdan oluşan bütüne uygulanmalıdırlar. Zurek çevreyle olan birçok etkileşimin sistemin kuantik girişimlerinde çok hızlı bir bozulmaya yolaçtığını gösterdi. Makroskobik bir nesnede meselâ bir kedi atomlardan herbirinin çevresinde, kendisiyle etkileşim yapan diğer birçok atom bulunmaktadır. Bütün bu etkileşimler, neredeyse aniden kaybolan bu yüzden de bütüne tesir edemeyen ve kedinin varlığını bizim gördüğümüz şekliyle devam ettirmesini sağlayan bir kuantik girişimler paraziti meydana getirir. İşte kuantum fiziğinin bizim ölçeğimize uygulanamama sebebi: sistemler asla izole değildir (kedi ise kuantik ölçeğe göre çok büyük bir nesne olarak makroskobik ölçekte kendisini çevreleyen ortam içinde izole bir şekilde görülür, ve çevrenin onun üzerindeki etkileri bu ölçekte yapılan ölçüm sırasında ihmal edilecek kadar önemsiz kalır. Meselâ kedinin ağırlığını ölçerken tüyleri üzerindeki su buharı moleküllerini göremediğimiz gibi, bunların kedinin ağırlığına olan etkileri de ihmal edilecek kadar küçük kabul edilir). Fakat atomaltı dünyasında ölçüm yaparken atomların birbirlerini etkiledikleri ve tek tek hiçbir atomun asla bir kedi gibi izole olamadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Bu fenomen fizikte “dekoherans” olarak adlandırılır, çünkü bu, kuantik hâllerin koheransının (aralarındaki ahengin) bozulmasıdır. Bir bakıma ölçek küçüldükçe, atom-altı etkileşimler artacağından, sistemlerin yapı ve fonksiyon sürekliliğinin sağlanması zorlaşmaktadır; bu da açıkça ortaya koymaktadır ki, trilyon kere katrilyon adet atomdan müteşekkil, hem de canlı özelliği gösteren kedi gibi bir varlığın, düzenli işleyen bir sistem olarak devamlılığı ancak herşeye Kadir, Hay, Kayyum, Alim ve Rahman bir kuvvet Sahibi’nin yaratma ve yaşatmasıyla mümkündür (hem de makroskobik ölçek için kalınlaşmış ülfet ve ünsiyetimizin direnemeyeceği ölçüde). Dekoheransın hızı sistemin bütünlüğüyle doğru orantılı olarak artar: 1027 tanecikden meydana gelen bir kedi 10-23 saniyede dekohere eder; yani kedinin kedi formunun bozulma (ve tekrar aynı formu kazanma) zamanı çok çok küçüktür. Bu durum hem neden asla aynı anda hem ölü hem diri kedi göremediğimizi açıklar, hem de dekoheransın gözlenme zorluğunu. Bizim zamanı, maddeyi ve hâdiselerin akışını en küçük kesirleriyle ölçme ve takip etme yeteneğimiz yaratılış gayemize uygun olarak belli bir sınıra kadardır. İşte bundan dolayı, meselâ bizim bir hüzme şeklinde gördüğümüz ışık yayılımı, aslında birbirlerini ışık hızıyla takip eden foton paketçiklerinden yani aralarında madde ve zaman kesikliği bulunan kuantlardan başka bir şey değildir. “Her nefis (her an) ölümü tadıcıdır (veya tadıp durmaktadır)” anlamı da verilen âyet-i kerimenin işârî mânâlarından birisi acaba, ölçemeyeceğimiz kadar küçük zaman dilimlerinde ölüp diriliyor olduğumuz mudur? Aslında ülfetten dolayı bize basit gibi gelse de, makroskopik ölçekte bir sistemin varlığını sürdürmesi, çok küçük zaman dilimlerinde gerçekleşen dengeleme halleriyle 1027 atomun her an (ölçülebilecek en küçük an) kediyi “kedi” formunda sürdürecek şekilde birarada olması çok zordur. Çünkü bir atom için değil, 1027 atom için her an birçok hal sözkonusudur. Ehl-i keşfin, melekut aleminin hakikatini anlatmak istercesine, “dağılmaya teşne eşya, rahmet eli çekilse nasıl bir arada durabilir?” anlamındaki sözleri belki de bu hakikati ifade etmektedir. Kuantik bilgi Paris IX Üniversitesi’nden Profesör Roland Omnès ise, kuantik şekilde tecelli eden kanunların garipliklerine rağmen (mümkün hâllerin çokluğu vs) bizim ölçeğimizde tek, determinist ve mükemmelen normal görünen fenomenleri spontan bir şekilde nasıl meydana getirdiğini göstermeye, özellikle canlı sistemlerin en küçük atom-altı birimden itibaren nasıl organize olduğuna, kâinattaki madde ve hadiselerin mikro-âlemden itibaren bizim algılama ölçeğimize hitap edecek şekilde nasıl yaratıldıklarına cevap getirmeye çalışıyor. Bu yüzden moleküler biyoloji bugün daha da küçük alanlara nüfuz ediyor ve neredeyse atomik biyolojiye dönüşme eğilimi taşıyor. Sonuçta, dekoherans teorisi fizikte yeni bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Fakat çözüm çok yakın değil. Meselâ fizikçiler, bir çakıltaşının neden sert olduğunu, suyun neden normal şartlarda 100 ºC’de kaynadığını anlamak için katrilyonlarca tanecik üzerinde hesap yapmak gerektiğini söylüyorlar. Atom-altı dünyasını tarif etmek için makroskopik dünyada kullandığımız bilimsel mantık ve sağduyuyu aynıyla uyarlamanın doğru olmadığını, maddenin kütlesi, boyutu, dolayısıyla hızının ve hareket tarzının değişmesiyle, makroskopik fizik kanunlarının da köklü değişikliğe uğradığını, daha doğrusu mikro-âlemi anlamak için bunların kullanılamayacağını görüyoruz. Demek ki, mikro-âleme inildikçe buradaki san’at, mimarî ve işleyiş de hassas hale gelmekte, incelmekte, ilâhî kudret bu âlemde bir başka şekilde tecelli etmektedir. Bugünün bilim adamları laboratuarda öğrenmektedirler ki, kâinatta tek bir atom, tek bir atom içinde tek bir atom-altı parçacık bile hesapsız ve başıboş değildir. Maddenin künhündeki kudret cilvesinin ihtişamını gördüğümüzde, Allah’ın her an herşeyi kendi takdiriyle var kılıp idare ettiğine, kâinatta O’nun ilim, kudret ve hakimiyetinin tecelli alanı dışında küçük bir yerin ve ân’ın bile kalmadığına olan inancımız teyid olunuyor. Geçmişte ve bugün Batı’nın düşünce dünyasında belli bir ağırlığı olan “Tanrı herşeyi yarattı sonra kendi haline bıraktı, O detaylara karışmaz ve tabiata müdahale etmez” şeklindeki çarpık anlayış, yine Batı üniversitelerinde gerçekleştirilen çalışmalarla yerini, tam ve küllî tevhid hakikatinin görülmesine, yüksek tevhid inancının gelişmesine müsait bir zemine bırakıyor. Son söz: bilimler geliştikçe tevhid hakikati kendini daha parlak bir şekilde gösteriyor ve gösterecek. Kaynaklar Hiçbir yazı/ resim izinsiz olarak kullanılamaz!! Telif hakları uyarınca bu bir suçtur..! Tüm hakları Çetin BAL’ a aittir. Kaynak gösterilmek şartıyla siteden alıntı yapılabilir. The Time Machine Project © 2005 Cetin BAL – GSM:+90 05366063183 begin_of_the_skype_highlighting +90 05366063183 end_of_the_skype_highlighting -Turkiye/Denizli Ana Sayfa /index /Roket bilimi / E-Mail /CetinBAL/Quantum Teleportation-2 Time Travel Technology /Ziyaretçi Defteri /UFO Technology/Duyuru |